19 Ocak 2011 Çarşamba

"Heyet diye ben buna derim" / İsmail HİÇDÖNMEZ

Yaşanmış bir hatıra;
“işte ben buna heyet derim”
Yine bir yaz mevsimiydi. Ben her yıl olduğu gibi yaz tatilimi köyde, kendi köyüm olan Kardere’de geçiriyordum. O yıllarda Aksu projelerini gerçekleştirmek için Başkan Orhan amcayla (merhum Orhan Bozdemir) sürekli birlikte hareket ederdik. Her akşam gerek kütüphanede gerekse başkanın evinde toplantılar yapardık. Başkan her toplantıya beni mutlaka davet eder ve bizlerin de fikrini alırdı. Bir akşam yine bir karar almak için bizleri topladı köy hizmetlerinden dozer alabilmek için bir dilekçe yazalım, sonrada vilayete gidelim, valiliğe çıkalım. Şeklinde bir karar alındı. Bu iş için başta köy muhtarı, dernek başkanı, ihtiyar heyetinden bir kişi bir de beni seçtiler. İtiraz etmeme rağmen başkan çok ısrar etti. Mutlaka geleceksin dedi. O akşam toplantıdan sonra oturduk valiliğe bir dilekçe yazdık. Dilekçemizde öncelikle güvenlik yolu istedik; yangın önleme yolları istedik, yayla yolları istedik, gezginci arıcılığı yaygınlaştırmak ve geliştirmek için yol istedik; yaylalara çıkabilmek için yol ihtiyacının var olduğunu belirttik buna benzer birkaç madde daha ekleyerek gerekçeli bir dilekçe yazdık. Dilekçeyi o gece evde ben daktilo ettim. Muhtar ve başkan da sabah imzaladı ve sabah erken den vilayete doğru yola çıktık.

Başkan, dönemin muhtarı, heyetten bir kişi ama şu an hatırlayamadım bir de ben. Valiliğin önüne aracımızı park ettik. Doğru içeri girdik. Kapıda polisler vardı bize hiçbir şey sormadılar. Bütün valilikteki birimlerin kapıları sonuna kadar açıktı. Çalışanları çok rahatlıkla görebiliyor hatta başımızla selam veriyorduk. Derken ikinci kata merdivenlerden çıktık. İçeride Vali beyi çalışır vaziyette görünce ben şaşırdım. Kapılar açık randevu yok elimizi kolumuzu sallayarak valinin karşısında kendimizi bulduk.

Vali bey bizi ayakta karşıladı. “başkan hoş geldin” dedi. Başkan da sayın valim “hoş bulduk” dedi. Bizleri tanıttı. Muhtarımız, öğretmenimiz ve azamız deyince vali bey - işte ben buna heyet derim. Başkan, muhtar, aza ve öğretmenden oluşan örnek bir heyet- dedi. Arkasından Başkan: Sayın Valim “biz yine geldik” dedi. Vali bey “başkan sen boynunu eğerek yine geldin de boşa geldiniz, şu anda mümkün değil size dozer vermemiz. Dozerler güvenlik yollarında çalışıyorlar.” dedi.

Bu arada Vali bey bize yer gösterdi. Birer de çay ikram etti. Çaylar içilirken görüşmeler sürerken başkan akşamdan birlikte yazdığımız dilekçeyi Vali beye uzattı… neredeyse bir sayfa olan dilekçemizi Vali bey okudu inceledi. Gözlüklerinin üzerinden şöyle bir süzdü bizleri. Bana dönerek bu dilekçeyi hocam sen mi yazdın? diye sordu. Ben de “birlikte yazdık” dedim. Vali bey (Recep Yazıcıoğlu- Erzincan Valisi ) “yahu gardaşım öyle bir dilekçe yazmışsınız ki bu dilekçeyi geri çevirmek mümkün değil” dedi. Bu arada orada bulunan çikolata kutusunu elime tutuşturarak misafirlere ikram etmemi istedi Vali bey. Ben de misafirlere ikram ettim. Dilekçemizi Vali bey acil olarak köy hizmetlerine sevk etti. Arkasından da Köy Hizmetleri İl Müdürünü telefonla arayarak talimat verdi. Müdür bey “burada muhteşem bir heyet var ben geri çeviremedim gereğini yap Kardere heyetini sana gönderiyorum. Taleplerini ivedili olarak yerine getir” dedi. Birkaç dakika sondada valilikten ayrıldık köy hizmetlerine gittik.

Biz köy hizmetlerindeki görüşmelerimiz sürerken dozer tıra yüklenip yola çıkmıştı. Akşam köye döndüğümüzde dozeri top sahasında görünce hepimiz bayram ediyorduk. Başkan hemen bir bayrak bulup dozerin önüne astı. Kendisi de dozerin paletlerinin üzerine çıkarak hatıra resimleri çektiriyordu. Artık dozer gelmiş Aksu çalışmaları başlayacaktı. Köyde bir sevinç bir mutluluk bir bayram havası vardı. İnsanlar bütün sıkıntılarını unutmuş, hatta kırgınlıklar bir tarafa bırakılmış birlik beraberlik başlamıştı. Herkes inanmıştı. Bu su mutlaka gelecek aylarca alamadığımız dozer artık sağa inmişti.

Ben gerek başkanın gerekse vali beyin konuşmalarına çalışmalarına bizzat şahit olmuş canlı kaynaklardan biriyim. Başkanın nasıl bir çaba sarfettiğini en iyi bilenlerden biriyim. Özelikle beni “köyümüzün öğretmenidir” diyerek tanıtmasını hiç unutamam. Allah rahmet eylesin. Belki aksu geldi, belki cevizlik kuruldu. Belki daha birçok hizmetler yapıldı ama onunla çalıştığım yılları hiç unutamadım. Devamlı o yılları özlüyorum. O’nun bana “siz nasıl eğitimcisiniz, neden aydınlatma görevinizi yapmıyorsunuz” diye çıkışmalarını dahi arıyorum ve de özlüyorum. Tanıdığım çok değerli aydın ve ileri görüşlü bir insandı. Allah rahmet eylesin. Efsane bir vali ve efsane bir dernek başkanıyla tanışmış olmanın mutluluğunu onurunu her zaman yaşıyorum.

İsmail HİÇDÖNMEZ
14.01.2011, Erzincan

15 Ocak 2011 Cumartesi

Kardere'de Bir Başarı Öyküsü

Hayallerinin peşinden giderek KARDERE'de Bakırcılık Sanatını başlatan ve bugünlere getiren; 
Umutlarını Bakır'a nakşederek yaşamın her alanında var olduğunu gösteren idealist, girişimci ve çalışkan insanlarımızın öyküsü. 

Kardere'de Otantik Araç-Gereç Koleksiyonu / Abdullah Bozdemir


Sessizce hayatlarımızdan çekildiler. Artık onlara ihtiyacımız yoktu çünkü! yoktu karasabana artık ihtiyacımız, dövene, harman makinesine, gaz lambasına… atıldılar, kırıldılar, satıldılar birer birer!...
Oysa onlar el emeği, göz nuruydular… makinelerde üretilenlerden çok farklı, çok anlamlıydılar; çoğunun bir eşleri daha yoktu… onları yok ederken, yok olmalarına seyirci kalınırken geçmişimizin izlerinin de bir şekilde yok edildiğini pek düşünmüyoruz maalesef…

Herkeste olmasa bile mutlaka bir yerlerde toplanmalı sergilenmeliydiler; bu izler silinmemeliydi! Bu kültürel mirasın değerlendirilmesi bireysel çabaların yanında gönül isterdi ki kurumsal düzeyde de ele alınsın…
Bu konuda ki sevindirici haber, bireysel çabaların her geçen gün artmasıdır. Ancak burada önemli olan kişisel tasarruftan ziyade bu koleksiyonların toplumumuzla paylaşılmasıdır. Buna en iyi örnek köy ziyaretimizde görme ve kayıt etme imkanı bulduğumuz  Binali Bozdemir’ in Otantik Araç-Gerek Koleksiyonu oldu.  
Kardereli zanaatkarlardan Binali Bozdemir, emeklilik günlerini geçirdiği köyde, kültür mirasımız için çok önemli olan bir çalışmaya imza atmaktadır. Kardere ve yakın yörelerdeki evlerde, tarımda, hayvancılıkta ve ticarette kullanılan araç- gereçlerden oluşturduğu otantik koleksiyonunu bizimle paylaşan ve bunların kullanım amaçlarını anlatan Binali bey, amacının; kıyıda köşede kalmış ve her geçen gün biraz daha eksilen bu kültür mirasımızın son izlerini bir araya getirerek; gelecek kuşakların köyümüzün sosyal ve ekonomik yaşam kültürüyle buluşmalarına bir nebze olsun katkı sağlamak olduğunu ifade etti.
Komşu ve dostlarının bu konuda kendisine çok destek verdiğini; kıyıda köşede kalmış kullanılmayan ürünlerini vererek bu kültürün yaşamasına büyük katkıda bulunduklarını belirterek; kendilerine aracılığımızla bir kez daha teşekkür etti. 
Bizde kendisine ve bu değerli koleksiyonun oluşumuna ürünleriyle destek veren tüm hemşehrilerimize kültür mirasımıza yapmış oldukları bu çok değerli katkıları için teşekkür ederiz.












Behzat ERTEN Kardere Anısı

1976 yılında Kardere Köyünde öğretmen olarak 5-6 ay görev yaptım. İlk memuriyetimdi ve 18 yaşındaydım. Köyü çok sevmiştim. Tayinim çıktığında köyün tamamı beni yolcu etmek üzere toplandığında göz yaşlarımı tutamadığımı hala hatırlarım. Muhtar Mevlüt Gündüz'dü diye hatırlıyorum. Öğrencilerimden Tuncer, Coşkun, birinci sınıfta ufaklık Recep, gençlerden Cengiz, köyün bakkalı ve "altıkol" diye bir oyun; gıdığine oynadığımız oyun, 32 yıl sonra hatırladıklarım bunlar. Daha fazlasını beni hatırlayanlar hatırlatırsa sevinirim.
Ankara'da Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı'nda Genel Müdür Yardımcısı'yım. Ankaraya yolu düşen tüm Karderelileri (Yukarı Ihdiklileri) bekliyorum. Herkese en içten selam ve saygılarımı sunuyorum.

Akpınar / Yusuf Ziya ADEMHAN

Uzun zamandan beri öyküsünü, ıstırap ve mutluluklarını duyarak bizzat bir an önce gelip görüp izlemeyi şiddetle arzulamakta olduğum Kardere’ ye bugün geldiğimde, ününü duyarak merak etmekte olduğum toplum kalkınmasındaki azim ve mücadelelerini, asırlardır temel sorunları olan “AKPINAR” gözesini 3 bin metreden köyün arazilerini sulamak için tüm köy halkı ile ilk çalışma günlerine rastlayarak izleme fırsatını bulabilmiş olmamı, Tanrının bir lütfu olarak kabul ediyorum.

Ben bugün Kardere köylerinden çok daha mutluyum. Çünkü bugün başlamış olan “AKPINAR” ı köye getirme girişiminin inşallah yüzde yüz gerçekleşebileceğine katiyetle inanmış bulunuyorum. Karderelilerin şimdiye kadar köylerine ve bölgelerine maddi ve manevi yönden yapmış olduklarına bundan sonrada neler ve neler yapabileceklerinin en kesin delilidir.

Kardere köylülerinin, köylerinin istikbali için bugün 7’ den 70’ e hepsinin, imece halinde izlemiş olduğum Türklük namına iftihar ve ibret verici çalışmaları yaşadığım sürece gözlerimin önünden ve hayalimden gitmeyecektir.
Ancak, burada köylümüzün ülke kalkınmasında insan üstü fedakarlık ve çalışmalarıyla sağlamış oldukları, olumlu sonuçlardan çok büyük gurur ve mutluluk duyarken hala devletin bu köye gerekli desteği gösterememiş olmasından da o ölçüde üzüntü duydum.

Devletimizin bu örnek köye ve örnek insanlara bir an önce el uzatacağı ümidim bana teselli olmaktadır.
Kardereli hemşehrilerimi, dernekleri, yöneticileri ve tüm halkıyla içten ve saygı ile kutlarım.

Yusuf Ziya Ademhan

Gazeteci ve Yazar - 1978

Yusuf Ziya Ademhan
1928'de Kemaliye'nin Akçalı (Sesik) köyünde doğmuştur. İlkokulu köyünde, ortaokulu Kemaliye'de bitirmiş, Ankara, Altındağ Lisesi'nden mezun olmuştur. Ankara Ulus Gazetesi'nde yazılar yazmıştır. Metin Toker ile çıkardığı Akis Der­gisi'nde çıkan yazılan Basın Kanunu'na aykın bulunduğundan üç yıl ceza almıştır.

Ankara Gazeteciler Cemiyeti'nden emekli olmuştur. Sürekli basın kartı sahibiydi. Kendisini doğa fotoğrafçılığına adamıştı. Aynı za­manda şairdi. Köy köy, dağ dağ dolaşmıştır. Erzincan ve Kemaliye yöresinde çektiği fotoğraflarla ünlendi. Adeta çektiği fotoğraflarla yörenin tarihini yazdı. Kemaliye, İliç, Kemah onun fotoğraflanyla anılara yerleşti. Yine bir gün dağlara doğru tırmandı. 6 Temmuz 1991'de Kemah Koçkar köyü yaylalarına doğru gitti. Dört-Beş saatte döneceğini söylediği halde, bir daha dönmedi ve aylarca aranmasına rağmen kendisinden bir daha haber alınamadı.


Fotoğraf : Yusuf Ziya Ademhan

14 Ocak 2011 Cuma

Kardere Köyü (Ihtik-i Ulya) / Yılmaz KURT

Pastırma Yazı’nın son günlük güneşlik günlerinden bir Kasım Çarşamba’sında, Şikar’dan yukarı kıvrıla kıvrıla çıkan yoldan Aktepe Tarlaları mevkiine geldiğimizde, karşımızda sırtını arkasındaki Kale, Köyünbaşı Taşı ve Tıhmirik tepelerine yaslanmış, güz güneşiyle ısınır bir halde bulduk, kar kadar pak Kardere’yi. Bütün evler hasretle, sanki yoldan gelecek sahiplerinin yolunu gözler gibi yola bakıyor gibiydi. Köye girdiğimizde kimsecikler gözükmüyordu ortalıkta. Neden sonra köyün kadim bekçilerinden Hasan VAROL ve Hüseyin KURT bulunup geldiler. Muhtarlık binasının yanındaki mail-i inhidam (yıkılmaya meyletmiş) bir binanın yanındaki boşluğa konulan birkaç sandalyeye oturduk, tercihimiz doğrultusunda. Hem hasbihal edelim, hem de istifade edelim güz güneşinden diye. Oturduğumuz yerden, aynı zamanda, köyün her daim nazar eylediği Sırıklı, Kurunlu Pınar ve Galaplı Tepelerinin üstündeki çizgiden ufku kaplayan Munzur’lar silsilesinin karla kaplı zirvelerinin manzarasını zevkle seyir imkanına da sahiptik.Biz sorduk, Hasan Emmi anlattı: ”Kemah’a 28 km olan köyü eskiden 60 haneydi. Şimdi ise yaz aylarında hayli artsa da, kış aylarında 25 hane kalıyor sürekli olarak. Köyün kalabalık zamanlarında 4000 keçi-koyun, 300 sığır ve her hanenin 2’şer katırı, kısrağı ve merkebi vardı. Haziran dedimi, Sorguz, Boğazınbaşı, Ağdaş’ın Önü ve Gülan Dağındaki Tozluca Yaylalarına çıkar 10. aya kadar kalırdık. Nerede o eski günler şimdi hayvan kalmadı köyümüzde Kaymakam Bey.” Köylerinin ismini, kar gibi pak manasına Kardere koymuşlar. Köyde Tataristan’dan gelme Tataroğulları, Azerbeycan’dan gelme Gündüzler, Çakarlar, Yenigünler, Bozdemirler sülaleleri varmış. Evlere şebeke olarak da dağıtımı yapılan içme suları Köşmer Dere’sinden geliyormuş. 1926 da açılan köyün ilkokulu 11 öğrencisiyle açık olup eğitim veriyor. Evler taş, kerpiç ve ahşabın birlikte kullanılmasıyla Bağdadi olarak inşa edilmiş. Maalesef köyün içinde bakımsızlıktan ve terkedilmişliğin hüznünden viraneye dönmüş eski evler ve haneler var. Köylüler, bu evlerin sahipleri gelip evlerine bakmıyorlarsa da, maddi-manevi bize her türlü yardım ve desteği yaparlar İstanbul’dan sağolsunlar diyorlar.
İstanbul’da şimdilerde 150 haneye ulaşan Kardere’liler 1951 de “Kardere Köyünü Kalkındırma Derneğini” kurmuşlar. Dernek Başkanı Orhan BOZDEMİR bu işin hakkını vererek, bundan öte gönlünü ve ömrünü bu köye vererek bıkmadan usanmadan hala çalışıyor ve çabalıyor.1959 dan beri bu sıfatını enerjisini muhafaza ediyor. Hele bu köylülerin, 6km mesafedeki Akpınar’ın suyunu, sulama suyu olarak getirmek için verdikleri bir uğraş varki, Sayın BOZDEMİR ve Deniz YÜCEL’den başlayarak herbiri bir Ferhad olup, dağları delmek uğruna da olsa bu suyu köyün üstündeki sırttan aşağı akıtmaya ahdetmiş.  Hatta belki sırttan aşağı Akpınar’ın suyu aktığı gün, Şirin’in çeşmeye su doldurmaya geleceğine olan inancın aşkı ve muhabbetiyle bu işe gönül vermişler gibi.
Tabi İstanbul’daki bütün Kardereliler de yekvücut bir halde arkasında. Bunların bir de Kanada’lı Elizabeth Mac CALLUM adında bir hemşehrileri varmış. Erozyonla mücadeleye ve ağaçlandırmaya gönül veren bu insanı köylerine getirmişler. Dernek faaliyeti olarak da, köyün üstündeki 25 hektarlık araziyi orman sahası ilan ederek, 1962 de 60 000 badem, 7000 huş, 5000 çam, 1000 iğde ve 500 karaağaç dikmişler. 1965 de 15 000 çam, 7500 huş, 2500 akçaağaç daha dikmişler olup bugün yaklaşık 200 000 ağaç burada büyümekte va bir orman halini almak üzeredir. Zaten bir zamanlar buralarda büyük ağaçlarla ormanlar varmış. Eski bir hikayeye göre, bu mevkide bir kız, hasmından kendini kurtarmak için bir ağaca tırmanmış ve hiç yere ayak basmadan bir km öteden yere inmiş ve böylelikle tehlikeyi atlatmış. 
Köyün Sınırları : (Y.Ihtik-A.Ihtik) Doğusu; Sarıtaş, Serhoş Mağarası, Sağırtaş, Sınır Deresi, Sivri Cendürek, Kaşmer Deresi, Sınır Gediği, Harabe Değirmen, Akpınar, Akkaş, Sırıklı, Sarısırt, Musani Çıralığı ve Gökkıra, Batısı; Atma Çayı, Deve Uçan, Kızıl Kıran, Salın Taş,Karaburun, Mollaoğlu Deresi, Baykuş Deresi, Mangik Yurdu, A.İhtik Odun Yolunu takiben Korkop Susuzu, Korkop Sığır yatağının Başındaki Karataş, Çağıllı Pınar, Kara Mehmet Deresi ve Ahik Yurdu, Kuzeyi; Bergisor Yaylasını takiben karşısındaki Büyüktaş, Diştaş, Davar Yatağı, Lafonun Taşı, Hasan Yaylası, Molla Ahmet Yaylası, Çoban Böğürden ve Hama Yaylasını takiben Şikonun Yaylası, Güneyi; Atma Çayı, Komtarla, Bozikoğlu Çukurunu takiben Fırat Göreneği ve Sarıtaş.
Yılmaz KURT
(1995-1997 Kemah Kaymakamı)

Erzincan Valisi Refik A. ÖZTÜRK 'ün Kardere Anısı

İstanbul' da ki derneklerimize köylerine ceviz fidanı dikmelerini, ceviz ormanları kurmaları çağrısında bulunmuştum. Kardere Köyümüz bunun ilk denemesini yapmış, 5km. uzaktan su getirmeyi kafalarına koymuştu. 40 yıl uğraştılar ve muratlarına erdiler.
Suyu akıttığımız günün töreni hayatımın en güzel hatırasıydı inanın. İnsanların hayata sarılışında ki o inanılmaz sadelikten çok etkilenmiştim.

Refik A. ÖZTÜRK
Erzincan Valisi (2003-2006)

Köy Odası / Hasip TURAN


KÖY ODASI

Ne yapılabilir?
Nasıl yapılabilir?

Yapılmasını istediğim ve aklımdan geçirdiklerim için bu soruları sorarım kendi kendime. Ben köylülere, köylüler de bana ve şakalarıma alışmışlardı. Saygı sınırını aşmamak kaydıyla güler yüze ve samimiyete her zaman evet, laubaliliğin her türlüsüne hayır! Birbirimize karşı gösterdiğimiz güven ve saygı her şeyin üstündeydi.

Hatırlayabildiğim kadarıyla (adları, yanılmıyorsam) Hamdi, Mustafa olan, bunlara ilaveten adlarını hatırlayamadığım diğer arkadaşlarla köy odasında oturuyorduk. Ben, basık tavanlı, tek pencereli odanın tavanını, duvarlarını gözden geçiriyordum. Hamdi, “ Bize ziyafet vermeyi düşünüyorsan, burası müsaait ve yeterli öğretmen, dedi ” Ben, “He ya ! size kuru üzümle çay ziyafeti vermeyi düşünüyordum, deyince, Hamdi, “ Haydi arkadaşlar, hemen kaçalım buradan. Bu adamın ne kendi rahat duruyor, ne de yanındakileri rahat bırakıyor, diyerek şaka yaptı. Devamla “ Eeee! de bakalım, nereden çıktı şimdi bu kuru üzümle çay ziyafeti? diye bir soru yöneltti. Ben, “ Diyorumki, daha büyük, daha güzel ve daha aydınlık bir köy odası yapamaz mıyız acaba? dedim. Hamdi, “ Demedim mi ben size arkadaş! Haydi şimdi gel de buna, diyebilirsen “hayır” de” dedi. Uzun uzun gülüştük... Ne yapılması gerektiğini konuştuk. İşe duvarlar için taş kırmakla başlamağa karar verdik.

Neden olmasın?

Pazar günü azıklarımızı, balyoz, kazma, manivela, eski nal, keski ve çekiç gibi gereçleri hazırlayıp yola koyulduk. Gediktepe köyüne giden yol üzerinden sağa saptık. Bir kilise harabesinin yanından geçip “işte burası” dedikleri bir tepenin yamacına vardık. Önce, kazmayla bir yeri kazdık. Sonra, buradan çıkardığımız büyük kayaların belli yerlerine keskilerle çentikler açtık. Açtığımız çentiklere balyozlarla keskileri çaktık. Kaya parçalanmadıysa keskileri çıkarıp çentiklere su döktük, keskilerin her iki yanını eski nallarla destekleyerek kayalar parçalanıncaya kadar balyozlarla çakma işlemine devam ettik. Kayaları, belli kalınlıklarla plakalar halinde parçalamağa başladık. Yemek molası hariç, bütün gün çalıştık. Yaşamımda ilk kez böyle bir çalışma yapıyordum. Avuçlarım patlamış, kollarımda güç kalmamıştı. Akşama doğru köye dönerken yolda yürümekte bile zorluk çekiyordum. Fakat çok mutluydum, mutluyduk.




Tabii ziyafet için verdiğim sözü de yerine getirmeyi ihmal etmedim. Köy odasında; kuru üzümü avuç avuç ağzımıza doldururken, tavşan kanı, taze demli çaylarımızı yudumlarken, “Allah, kimseyi bu öğretmenin eline düşürmesin!” “Bu kadar insanı bütün gün bedavaya çalıştırdı !” “ Gitsen de kurtulsak, senden!” gibi şakalaşmaların ardı arkası kesilmiyordu. Bu grubun sohbetine katılan diğer köylüler, olup bitenden habersiz oldukları için, konuşulanları büyük bir şaşkınlıkla dinliyorlardı.

Sahi, ben köyden ayrıldıktan sonra, köye, hayal ettiğim o “KÖY ODASI” yapılmış mıydı?

Not: Bu fotoğraflar, bu anımla ilgili olanlardır.

HASİP TURAN

Kuzu Kavurma / Hasip TURAN



KUZU KAVURMA

1962-1963 öğretim yılının son günleriydi. O yıl beşinci sınıfı bitirenlerin diplomalarını vermiş, ertesi yıl için okula yeni başlayacak çocukların kayıt işlenlerini yapmıştım. Geriye, okulun demirbaş eşyalarının listesini ve okulun anahtarını muhtara teslim etmek kalıyordu. Resmen başlayacak yaz tatili için geri sayım başlamıştı. Mayıs ayının son haftasıydı.

Kuzular sütten kesilmiş, doğa yeşil urbalarını kuşanmış, havalar iyiden iyiye ısınmış, günler uzamıştı. Güneşli güzel bir günde iki köylü, beni uğurlamağa sütten kestikleri birer kuzuyla evime geldiler. Bana “ Hoca, bu kuzuları sana getirdik. Buyur, bu kuzular senin olsun, dediler”. Ben, “ Arkadaşlar, çok zahmet etmişsiniz, çok teşekkür ederim. Fakat üç, beş gün sonra ben uzun bir yaz tatili için memleketime gideceğim. Ben burada yokken kim bakacak bu kuzulara? dediğimde, “ Orasını biz düşünemedik, sen düşün! Dediler. İmdadıma ev sahibim Alduran yetişti. Benimle konuşurken ilk söylediği “Aboo hoca” yala söze başladı. “ Sen dert etme katarız (KOM’lardaki) sürülerin birine, sen dönünceye kadar semirir onlar, geldiğinde de ne yapacağına karar verirsin, dedi” Kuzuları, KOM’lardaki sürülere katmış.

Tatil dönüşümde Alduran, “Hoca, kuzularından biri öldü. Diğeri de koç gibi oldu maşallah, ne zaman istersen getiririz, dedi”. Kuzuyu ne yapacağımı hiç düşünmemiştim. Burada da imdadıma Milimci Mustafa arkadaş yetişti.

Bu arkadaş, Kemah’ta otelde ayni odada kaldığım, ilk tanıdığım Kardereliydi. Sakin, saygılı ve alçak gönüllü bir arkadaştı. Mustafa’ya milimci lakabı; marangoz olduğu için, işlerini itina göstererek, titizlikle ve ölçülerini milimetresine dikkat ederek almasından, yapmasından takılmış ! Temiz iş yaptığına ben de şahit olmuştum. Kitaplarım, odamda, üst üste konulmuş haldeydi. Birgün beni ziyarete geldiğinde “Hocam, sana bir kitaplık yapayım bundan sonra kitaplarını yapacağım kitaplığa koy, dedi” Uygun fiatla bana çok güzel ve sağlam bir kitaplık yaptı. Ben, bu kitaplığı Kardere’deki görevim bittikten sonra memleketime götürdüm. Üst kapağından, İzmir’deki evime bir mutfak masası yaptırdım, kitap konulan kısmını da kızkardeşim hala kullanmakta.

Milimci Mustafa arkadaş, “Hocam, kuzuyu falanca gün getirsinler. Ben, onu keser, temizler sana güzelce kavurma yaparım. Sen de afiyetle yersin, dedi.” Kuzuyu getirdiler. Gerçekten koç gibi olmuş. Milimci Mustafa arkadaş, kuzuyu kesti, yüzdü temizledi. Alduran’dan aldığımız hamur tahtasının üzerinde kavurmalık ölçülerde doğradı. Pompalı gaz ocağının üstünde yine Alduran’dan aldığımız kalaylanmış büyük bir bakır tencerenin içinde kavurduk. Pişince, tencerenin kapağını kapatıp, odamın bitişiğinde küçük bir kiler vardı, orada soğumaya bıraktık.

Kavurma nefisti, üstü üç parmak kalığında yağla kaplıydı. Bazen sabah kahvaltımı, sobamın üstünde ısıttığım tandır ekmeğimin arasına koyduğum kavurmalı dürümle yapardım. Bir yıl önceki et sıkıntım kavurma ile giderilmiş, yemeklerimi de kavurmayla yapmağa başlamıştım. Bir büyük tencere dolusu kavurma beni 1964 yılının yaz tatiline kadar idare etti. Keyfim yerindeydi. Bana, kuzu verenlerden de, kuzuya bakanlardan da, kavurma yapandan da Allah razı olsun!

HASİP TURAN

Yemem Anama Götürecem / Hasip TURAN



YEMEM  ANAMA  GÖTÜRECEM 

Köylü, yerine göre elinde olanı benden esirgemiyordu. Çıkının içinde üç, beş cevizi, çarının altına gizlediği üç yumurtayı hiç bir karşılık beklentisi olmadan köyünün öğretmenine ikram etmekten mutlu olan anneler vardı. Bu ikramları kabul etmekten zaman zaman “ Verdiklerini niçin kendi ihtiyaçları için kullanmıyorlar da bana veriyorlar,diye”  üzülürdüm.

Ben de doğumundan on bir yaşına kadar köyde yaşamış, daha sonra eğitim için köyünden ayrılmış ve onlarca yılını kendi köyünün ve ülkesinin dışında sürdüren biri olarak Karderelilerin hem büyüklerinden hem küçüklerinden öğrendiğim çok şeyler oldu.

Havaların uygun olduğu durumlarda aylığımı almak için kazaya inerdim. Her ne kadar düzenli olmasa da, dönüşümde çocuklara, bisküvi, lokum, kuru üzüm, şeker getirip dağıtır, bazen de çay demlerdim. Bir keresinde kazadaki bakkal (yanlış hatırlamıyorsam) Selman, elma, portakal, mandalina gibi meyveler getirmiş, bunları kasalarıyla dükkanının önünde teşhir ediyordu. Buradan dikdörtgen kasa içinde, bir kasa mandalina aldım, köye getirdim. Bu mandalinaları okulda çocuklara birer birer dağıttım. Ben de kendime bir mandalina soydum “ Haydi çocuklar, mandalinalarımızı yiyelim, fakat kabuklarını atmayın. Biraz sonra onlarla bir şey yapacağız, dedim”.

Orta sıralarda oturan bir kız çocuğu hariç tüm çocuklar mandalinalarını soydu, kabuklarını sıralarının üstüne koydu, bitmesinden korkarak dilim dilim mandalinalarını yemeğe başladılar. Çok hoşlarına gitmişti. Yalnız o kız çocuğu, mandalinasını avucunun içinde tutuyor, etrafında mandalinalarını iştah ve sevinçle yiyen çocukları ağzı sulanarak seyrediyordu. Yerimden kalktım çocuğun yanına gittim. “ Sen, neden yemiyorsun mandalinanı, dedim” . Sıkılarak ve biraz da sanki suç işlemiş gibi bir mahcubiyetle  “Yemem. Ögretmenim, anam hasta. Ben bunu anama götürcem. Bunu yesin de iyileşsin, dedi” Bunu duyunca, boğazımın kuruduğunu ve boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. Çok duygulanmıştım. Bu, o yaştaki bir çocuk için çok büyük bir fedakarlıktı ve büyük bir irade gücüydü. Zorlukla, “Sen, şimdi bu mandalinayı ye. Giderken annen için de vereceğim sana, dedim” Gözlerinin içi parlayarak “ Essahtan mı, ögretmen ? “ dedi. Mandalinasını yemeğe başladı.

Diğer çocuklar, benim, bu çocukla aramda geçenlerin farkında değillerdi. Onlar güle oynaya mandalinalarını yemekle meşguldüler.

Mandalina kabuklarının bir kısmını sobanın üstüne koyduk. Kabuklardan çıkan hoş koku sınıfın tüm havasını değiştirdi. Bu da çocukların pek hoşuna gitti. Yanan ve duman çıkarmağa başlayan kabukları sobanın içine attık.

Ders bitiminde diğer çocuklara göstermeden anasına götürmesi için bu çocuğun eline üç mandalina sıkıştırdım. “ Göreceksin bak! Anan bunları yiyince hemen iyileşecek! Diyerek moral takviyesinde bulundum.

HASİP TURAN

Üçü Bir Arada / Hasip TURAN


ÜÇÜ BİR ARADA

Gediktepe köyünden, Seringöze köyüne giden yol Kardere’nin ortasından geçiyordu. Bu yol, köyün yamaçlarındaki eriyen kar ve yağmur suları köyün alt tarafındaki tarlalarda dağılan bir dereyle yine köyün içinde kesişiyordu. Yazın, kuru ve tozlu, kışın, karla kaplı, ilkbaharda da çamurlu oluyordu bu yol. Bir gün, öğrencilerimle baştan başa bu yoldaki taşları ve diğer engelleri temizledik. Köylüler, benim bu yaptığıma önce şaşırdı sonra da arkamdan fısıltılarla eleştirdiler.

Bir başka gün okula bir anne geldi. Bu annenin iki çocuğu vardı. Biri benim öğrencim, diğeri de zannedersen üç, dört yaşlarındaydı. Hatırlayabildiğim kadarıyla iki yıl kadar önce eşini kaybetmiş, bir duldu. Bana, “ Hocam, köyün içinden geçen dere, benim tarlamın içinden geçiyor. Dere suları, tarlamın toprağını aşağılara götürüyor, tarlamdaki ve yamaçlardan sürüklediği taşları da tarlamda bırakıyor. N’olursun birgün çocuklarla tarlamdaki taşları toplatı verir misin? Bunu benim tek başıma yapmam hem çok yorucu olur hem de günlerce sürer. Eğer sen bana bu iyiliği yaparsan, ben de sana “ağız” yapacağım, dedi” Anne, bunları anlatırken ilkokul yıllarımı anımsadım. Ben de ilkokulu köyde bitirmiştim.

Doğduğum köyün adı “Zeytindağ’dı” isminden de anlaşılacağı gibi köyümün çevresindeki tepeler, yükseltiler zeytin tarlalarıyla çevriliydi. Köyümüzde gözleri kör, ak sakallı ve çok yaşlı bir Emin Dede vardı. Öğretmenlerimiz her yıl zeytinlerin toplanma zamanında okulun tüm çocuklarını Emin Dedenin tarlalarına götürür onun zeytinlerini toplatırdı. İki yüz elli, üç yüz çocuk tarlada tek zeytin bırakmadan bir kaç saatte zevkle ve yarış içinde zeytinleri toplardık. Çocukların topladığı zeytinleri gönüllü olarak yardıma gelen gençler çuvallara doldurur, gerekli olan yere teslim ederlerdi. Biz çocuklar, yaptığımız bu işten gururlanırdık. Anne ve babalarımız da yaptığımız işin iyilik ve sevap olduğunu söyler bizi başkalarına yardıma teşvik ederlerdi.

Öğretmen olduktan sonra, öğrencilere sosyal yardımlaşma için bunun öğretilmesinin zorunlu olduğunu ilkokul yönetmenliğinde okudum.

Anneye “ Bak bacım, o söylediğin şeyi, bana değil, çocuklarına yap, yedir. Bana “ağız” yapmıyacağına söz verirsen tarlanın taşlarını toplatırım. Köyünüzdeki insanlara, karşılık bekliyerek yardım etmek, benin kişiliğime ve mesleğime uygun düşmez,dedim”. Bu şartla anlaştık. Kararlaştırdığımız bir gün çocukları okulun alt tarafına düşen tarlaya götürdüm. Çocuklara; “Kız çocuklar eteklerinde, erkek çocuklar da daha fazla taş toplamak için göğüslerinde taş toplamıyacak. Ancak avuç dolusu taş toplıyacaksınız, avuçlarınız dolunca öbekler oluşturacaksınız ve topladığınız taşları buralara bırakacaksınız, dedim”. Hiç kimse avucunun dolusundan fazla taş toplamadı.

Tam işe koyulmuştuk ki birinin bağırarak bize doğru geldiğini farkettim. Bazı çocuklara topladıkları taşları yere attırıyor, bana da “Senin bu çocuklara amelelik yaptırmaya hakkın yok, öğretmensen, öğretmenliğini bil. Yoksa sana bunun nasıl olduğunu öğretirim, diyor”, kızgın kızgın bağırıyordu. Yanıma iyice yaklaşınca sakin bir sesle ben, “ Bak efendi, bu saat benim görev saatim. Tüm çocuklardan mesaim bitinceye kadar ben sorumluyum. Benim görevime müdahale etme yetkisine ve hakkına sahip değilsin. Çocuklara yaptırdığım bu işi tarih ve saatiyle yazar rapor yaparsın, şahitlere ya da tüm heyete imzalatır, beni, kaymakama ve İlk Öğretim müdürlüğüne şikayet edersin. Şimdi burasını terk et ve hiç bir çocuğa tek söz söyleme. Bunları yapmazsan, senin hakkında, tutanak tutar hemen kaymakamlığa ve savcılığa görevime müdahale ettiğin için suç duyurusunda bulunurum, dedim.” Herhalde benden böyle bir tepki beklememiş olacak ki çok şaşırdı, arkasını dönüp homurdanarak uzaklaştı. Biz de işimize devam edip, bitirdik. Okula döndüğümüzde niçin böyle bir iş yaptığımızı, bunun ne demek olduğunu çocuklara anlattım.

Bir gün okulun üst kattaki holünün güneye bakan penceresinden, okulun bahçesine sınır olan mezarlığa bakıyordum. Mezarlığı çevreleyen taş örenlerin yol tarafındaki bazı yerleri yıkılmıştı. Yoldan geçen küçük ve büyük baş hayvanlar yıkılan yerlerden mezarlığa girip oradaki otları yiyorlardı. Tabii bu arada mezarların üstüne hem pisliyorlar, hem işiyorlardı. Bu, hiç de hoş bir görüntü değildi. Bu görüntünün bir daha oluşmamasının çaresini düşündüm.

Teneffüs bitmiş, çocuklar, merdivenden yukarıya çıkmaya başlamışlardı. Kapının yanında durdum, az önce dışarıya baktığım pencereye doğru yönlendirdim onları. Pencereden mezarlığa bakmalarını söyledim. Baktılar. Ben söyledikten sonra daha da merak ederek baktılar. Fakat, bu kadar merak etmelerine karşın yine de yol tarafındaki duvarın yıkılan yerlerini, mezarların üstlerindeki hayvan pisliklerini görmediler, farketmediler.

Sınıfa girdik. Tüm çocuklara mezarlıkta dikkatlerini çeken bir şey görüp, görmediklerini sordum. Dikkatlerini çekecek bir değişiklik görmediklerini söylediler. Bir sonraki teneffüste okulun bahçe duvarına sınır olan mezarlığa bir de buradan dikkatlice bakmalarını ve derse girince gördüklerini sınıfta anlatmalarını istedim. Teneffüse çıktıklarında tüm çocuklar mezarlığa sınır duvarın kenarına dizilmişlerdi, meraklı bakışlarla, mezarlığı araştırıyorlardı. Sınıfa girdiklerinde, mezarlıkta karıncalar, değişik renk ve şekillerde böcekleri gördüklerini anlattılar.

Çocuklara, mezarlığın ne olduğunu sordum. İçlerinden birkaç tanesi; İnsanların, öldükten sonra, cesetlerinin gömüldüğü yer, olarak tarif etti. Tam ve doğru açıklamaydı. Mezarlıkta gömülü olan ölüler kimler, diye bir soru daha yönelttim. Çocuklar, bu sorumu yanıtlamak için düşünmeğe başladı. Yine içlerinden birkaçı; Ataları, akrabaları olduğunu söyledi. Derslerimi de soru, yanıt metoduyla işlediğim için, verecekleri yanıtları önce düşünmeleri ve bu yanıtların mantıklı olması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle yanıtların mutlaka mantık süzgecinden geçirilmesi gerekiyordu. Ben, devamla, “ İnsanların, önce insanlara karşı saygılı olmalarının önemini anlattım. Daha sonra bu saygıyı çevresindeki tüm canlı ve cansız varlıklara tabiata da göstermesinin yararlı olduğunu, bu arada ölülerimize de saygısızlık yapmaya hakkımız olmadığını bir ders süresince anlattım. Beni dikkatle dinlediler. Sözün sonunu, mezarların üzerindeki hayvan pisliklerine getirdim. Bunun ölülerimize karşı yapılan saygısızlık olup olmadığını sorduğumda, sınıftaki her çocuk ne demek istediğimi ziyadesiyle anlamıştı.

Bundan sonra yapılacak iş çok basitti. Günlerden Çarşamba olduğu için öğleden sonra okul tatildi. Dört ve beşinci sınftaki erkek çocuklar, gönüllü olarak mezarlık duvarının yıkılan yerlerini tamire gelecekti. Herkes önce evine gidecek, yemeğini yiyecek, sonra abdest alıp kararlaştırılan saatte okulun bahçesinde buluşacak ve yıkılan duvarları tamir edecektik. Kadro tamamlanınca mezarlığa gittik. Duvarın önünde durduttum çocukları. Bilenler, bildikleri duayı okusun, dua bilmeyenler de diğerlerinin duaları bitinceye kadar “Besmele çeksinler” dedim. Dua işi bitince, tamir işine başladık.

Birileri, son zamanlarda gözünü üzerimden ayırmıyor, her davranışımı, her konuşmamı kontrol ediyordu. Köyde göreve başlıyalı neredeyse bir buçuk yıl olmuştu. Tabii bu davranıştan rahatsız oluyor, huzursuzluk çıkmasın diye sesimi çıkarmıyordum.

Yine o biri yalpalıya yalpalıya “ Çocukları oynatacak başka yer bulamadın mı? Çıkın oradan defolun,diye” naralar atarak bize doğru geliyordu. Yanımıza gelince, baktı, çocuklar onun söylediklerini umursamadan işlerine devam ediyorlardı. Bana dönüp “ Ne işleri var bu çocukların burada ? Niye bu çocukları topladın ?diye, soru yöneltti. Ben, “ niye bana soruyorsun ? Çocuklara sor, yanıtını versinler,dedim” Çocuklar da gerektiği şekilde yanıtladılar. Tekrar bana dönüp, “ Bu senin üstüne vazife mi ?, dedi. Yanıtıma şu sözlerle başladım. “ Bizde bir atalar sözü vardır. (Ağaç yaş iken eğilir) Zamanında seni eğitmemişler, öğretmemişler, bu yüzden şimdi sen böylesin. Halbuki bu çocukların, gelecekleri için eğitilmelerinin ve öğrenim görmelerinin tam zamanı. Ben de bunu yapıyorum. Siz, bakıyorsunuz, görmüyorsunuz. Görseniz de, yapmıyorsunuz. Biz yapıyorsak ses etmeyin bari! İstersen bize yardım edebilirsin, yardım etmiyeceksen lütfen bizim işimize engel olma! dedim, işimize devam ettik. Kendisine ilgi gösterilmeyince de yanımızdan ayrıldı.

Köyde, en ufak hareketlilikten herkes haberdar oluyordu. Tabii bunu da duymuştu köylüler. Ertesi gün Irazcanın sesi yankılanıyordu köyün içinde. Irazca, o birine gereken dersi veriyormuş!

HASİP TURAN


Narkozsuz Ameliyat / Hasip TURAN




NARKOZSUZ  AMELİYAT

Temizliğinin tam yapılması için torununu evine geri gönderdiğim için benden selamını kesen ve torununu okula göndermeyen dargın komşum, bir ikindi vakti kapımı çaldı. Kapımı açtığımda elinden tuttuğu torununun yüzü kan içindeydi. Alnının sol tarafındaki derin bir yaradan durmaksızın kan akıyordu. Çocuğun rengi sapsarı, dedesi ise bitkin haldeydi. Dede, yalvaran ve güçlükle çıkan bir ses tonuyla “ Aman hocam, n’olursun bize yardım et !” dedi. Odamdan gazlı bez, sargı bezi ve bir sandalye getirdim. Çocuğu, sandalyeye oturttum, yarasını sıkıca sardım. Bu arada dede, yaralanmanın nasıl olduğunu anlattı. Merdivenden inerken çocuk dengesini kaybedip düşmüş. Alnı, düşme esnasında basamağın kenarındaki çıkıntı kıvrık çiviye çarpınca,  yırtılmış ve bu yaralanma olmuş. Dede bunları anlatıp bitirdiğinde benim de yarayı sarma işim bitmişti. Dedeye, sandalyede çocuğun hiç hareket etmeden oturmasını, şayet çocuk baygınlık geçirecek ve düşecek olursa buna meydan vermemesini, oturttuğum yerden hiç kaldırılmamasını ve dedenin de yanından ayrılmamasını tembih ettim. “ Ben karakola kadar gidip, doktora telefon edeceğim, ona ne yapmam gerektiğini sorup döneceğim” dedim ve koşarak karakolun yolunu tuttum.


Doktorun verdiği talimatta; önce su kaynatacaktım, ılımağa başlayan suyla yarayı ve etrafını temizleyecektim. Ellerimi, sabunlu suyla yıkayacak havluyla ya da başka bir şeyle kurulamıyacaktım, suyunu silkeleyip, alkolliyecektim. Bu kolaydı. Sonrası, sonrası benim için de yaralı çocuk için de çok çok zordu. Bir dikiş iğnesini çakmakla islendirmeden yakacaktım. İplik geçirip iğne ve ipliği alkolliyecek ve yarayı kan akışını durduracak şekilde dikecektim. Yaranın üzerine sarı bir toz vardı ondan ekip, sıkıca saracaktım. Çocuk, uzunlamasına normal yattığımız gibi değil, oturarak uyuyacaktı. Bunun için sağ ve sol tarafı yastıklarla desteklenmeliydi. Dede ve nine nöbetleşe uyuyacaklardı. Bol bol su  ya da çay içirilecek, bana verdiği eşantiyon hapların ağrı kesici olanından  (adını söylemişti) sabah yarım, akşam yarım olmak üzere günde bir hap yutacaktı. İki gün içinde çocukta kötüye doğru bir gelişme olursa kendisine getirilmesini de  sıkı sıkı tembihledi.


Yine koşarak eve döndüm. Suyu kaynattım. Sargıyı açtığımda yaranın çevresinin hafif şişmiş olduğunu gördüm. Kanama sargıların üstüne çıkmıştı. Hazırlığımı yaptım ve yarayı dikmeğe başladım. Yarayı dikmek için, iğneyi bu hassaslaşan yere batırıp çıkardıkça çocuğun acısının bir kaç kat daha arttığını ben de hissediyordum. Ben de çaresizdim, çocuğun sağlığı için bunu yapmak zorundaydım. Ben bu işlemleri yaparken çocuğun benzi adeta beyazlaştı, şok geçirdiğini tahmin ettim ve belki gerçekten şok geçirdiği için  hiç sesi çıkmadı ya da sesini çıkaramadı. Ayakta beni seyreden dedeyse bir hayalete dönmüştü. Nefes alıp verdiğinin farkında bile değildi. Yarayı doktorun talimatına uygun bir şekilde diktim, üstüne sarı tozdan serptim, güzelce bağladım, hapını da verdim, ne yapmaları gerektiğini dedeye anlattım. Ertesi gün pansuman yapacağımı söyleyip evlerine gönderdim. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde pansumanlarını düzenli bir şekilde yaptım. İlk iki gün içinde de kötüye doğru gelişme olmadığı için doktora da gitmesine gerek kalmadı. Bir zaman sonra tamamen iyileşti. Fakat anlında ki o yara iz bırakmıştı. Buna da şükrettik. Allah çocuğu esirgemiş, bana da o işlemi yaparken güç vermişti.


Daha sonra komşum defalarca benden af diledi. Cahilce davrandığına lanetler okudu. Selamını da esirgemedi. 


Ben de bu işleri becerdiğim için köylü bir sıfat daha ekledi benim adıma: Doktor öğretmen.


HASİP TURAN

12 Ocak 2011 Çarşamba

Irazca'nın Çaresizliği / Hasip TURAN


IRAZCA'NIN  ÇARESİZLİĞİ

Kapımın sert sert çalınmasıyla uyandım. Yatağımdan fırladım kapıyı açtım. Köyde, Irazca diye tanınan benim de tanıdığım zaman zaman ayak üstü sohbet ettiğim, tüm köy halkı tarafından saygı gören yaşlı nine, telaşlı ve üzüntüden kısılmış sesiyle “Hadi öğretmen, çabuk çabuk gel! Torunumun ayağına bir çaydanlık kaynar su döküldü. Gel de şuna bir bakıver. Acele et emme!” Kendime gelmem için yüzüme bir, iki avuç su serptim giyindim  evden çıktım. Beraberce ivedi adımlarla Irazca’nın evine doğru yürümeye başladık. Beli bükülmüş yaşlı nine, torununun çektiği acı karşısında o anda beli dikleşmiş ve gençlerden daha hızlı adımlarla yürüyordu. Yolda giderken kazanın oluşunu anlatıyordu bana. Dört, beş yaşlarındaki erkek torunu işgüzarlık yapmağa kalkışmış. Sobanın üzerinde duran içi sıcak su dolu çaydanlığı alıp, demlikte çay demlemek istemiş. Sobanın kenarına getirdiği çaydanlığın sıcak kulpu elini yakınca bırakmış. Bıraktığı yerde dengesi bozulan çaydanlık, düşerken içindeki kaynar su da olduğu gibi ayağının üstüne boşalış. Bu durumu en son anda gören nine, kazayı önleyememiş. Ayağı yanan torunu feryada başlayınca, hemen onun ayağındaki yün çorabı çıkarmış. Yün çorabı çıkarırken, kaynar suda haşlanan ayağının üst derisi de yüzülerek çorapla beraber çıkmış. Odaya girdiğimde, çorap koncunun yüksekliğinde ayak bileğinin üst tarafının derisi yüzülmüş kızıl etleri ortaya çıkmış kanayan bir yanık yarasıyla karşılaştım. Bu durumda ben de ne yapacağımı bilmiyordum. “Sakın yaraya dokunmayın ve hiç bir şey yapmayın. Ben şimdi karakola gidip oradan doktora telefon edeceğim. Durumu ona anlatacağım, onun vereceği tavsiyeye göre ne yapılması gerekiyorsa onu yapacağım” dedim ve koşarak karakola gittim. Durumu doktora anlattım, tavsiyelerini aldım, eve geri döndüm ve onun söylediklerini aynen tatbik ettim.

Kemah’taki doktorla aramızda yakın ve samimi bir dostluk olduğunu bir anımda yazmıştım. Kazaya indiğimde doktor, Köy halkının kullanması için ilaç firmalarının kendisine bıraktığı satılması yasak eşantiyon ilaçlardan verirdi. Bunlardan başka ben de kendi paramla aldığım sargı bezi, tentirdiyot, aspirin, gripin, alkol, merhem gibi basit tıbbi malzemeleri evimde her zaman hazır bulundururdum. Ufak yaralanmalarda, grip,soğuk algınlığı, baş ağrısı gibi şikayetlerle bana gelenlere verirdim. Bunların haricinde ve başka şikayetleri olanların şikayetlerini tam olarak önce doktora bildirir, bana verdiği ilaçlarda bu hastalıkların tedavisinde kullanılanlar varsa verirdim. Yoksa, Kemah’a gittiğimde ya kendim getirir ya da gidenlerle getirtirdim. Bu hizmetlerimin karşılığını zaten bana köylüler ziyadesiyle geri veriyorlardı. Aklımdan da öyle bir şey geçirmiyordum.

Uzun, itinalı bir tedavi ve temizliğe çok önem vererek yaptığım düzenli pansumanlardan sonra çocuğun ayağını eski sıhhatli haline kavuşturdum. Tabii ayağındaki kasların hareketsizlik ve yaralanmadan dolayı sakatlanmaması için de her ne kadar ağrılı acılı olsa da egsersizler yaptırıyordum. Bu arada canı yanan ufaklığın galiz küfürlerine de hedef oluyordum. Ben ve Irazca onun bu küfürlerine güldükçe o da küfürlerini arttırıyordu.

HASİP TURAN


Gooooool !!! / Hasip TURAN


GOOOOOL !

Bin dokuz yüz altmış dört yılının ilkbahar mevsiminin ilk aylarıydı. Karlar erimiş akşamları üşütücü serinlik olsa da  havalar ısınmağa, günler uzamağa başlamıştı. Hatta öğleden sonraları bazen güneşin kavurucu sıcağından korunmak için gölge yerler aranıyordu. Yine bir ay başıydı. Kemah’taki mutemedimden aylığımı alıp, Erzincan’a geçmiştim. Bir dükkanın önünden geçerken gözüme toplar ilişti. Durdum, buradan bir top alıp köye götüreyim, çocuklar oynasınlar diye düşündüm. Hiç tereddüt etmeden, dükkana girdim, bir top alıp çıktım.

Köye geldiğimde topu okula götürdüm. Çocuklara gösterip “ Bakın çocuklar size top getirdim. Teneffüslerde ve ders bitiminde bu topla oynayabilirsiniz” dedim. Pek az sayıda çocuk sevinçli tepki gösterdi. Tepki gösteren bu çocukların sevinmelerini diğerleri tuhaf karşıladı. Tepkisiz kalan çocuklar belliki o yaşlarına kadar ya topla oynamamışlar ya da topları olmamıştı. Teneffüste topu ortaya attım. Büyük, küçük kızlı erkekli tüm çocuklar topun peşinden koşmağa başladılar. Bazısı ayakla vuruyor, bazısı eliyle tutup gelişi güzel oraya buraya atıyordu. Teneffüste topla oynamaktan çok hoşlanmışlardı. 

Öğleden sonra ders bitince oyuna devam ettiler. Erkekler, kızları oyuna dahil etmediler, kendi aralarında iki takım kurup futbol maçı yapmağa başladılar. Kalelerin sınırlarını her zaman olduğu gibi birer taş koyarak belirlediler. Bir saat kadar oynadıktan sonra topu aldım evime gittim. Ertesi ve daha sonraki bir kaç gün coşkuyla top oynamağa devam ettiler. Hem hoşlanmışlardı top oynamaktan hem de alışmışlardı. Fakat bu sefer kız çocukları şikayete başladılar “ Öğretmenim, neden hep oğlanlar oynuyor da biz oynamıyoruz, topla oynamak yalnız onların hakkı mı ? Biz de oynamak istiyoruz “ diye itirazlarını dile getirdiler. Doğruydu, haklıydılar.

Teneffüs bitip sınıfa girince “ Bundan böyle bir teneffüste yalnız kızlar, diğer teneffüste de yalnız erkekler oynayacak topla” dedim. Benim böyle bir karar almamdan erkek çocuklar pek memnun olmadılar, kızlarsa sevindiler. Topla oynama sırası kızlardayken erkekler onların oyunlarını bozuyor, topa hakim oluyorlardı. Bu nedenle aralarında itişip kakışıyorlardı. Topu ellerinden aldım. Çocukları topladım, onlara kısaca şu öğütü verdim. “ Kendine söylenmesini istemediğin sözleri başkalarına söylemeyeceksiniz, kendine karşı yapılan hoş ve uygun bulmadığın davranışları başkalarına yapmıyacaksınız. Karşınızdakine hangi durumda olursa olsun, kız, erkek, güçlü, güçsüz şiddet kullanmıyacaksınız ve küfretmiyeceksiniz. Ben, ancak şiddet kullananları görür ve küfredenleri duyarsam cezalandıracağım. Bana da şikayete gelinmiyecek” dedim. Ne demek istediğimi tüm çocuklar anlamıştı. 

Genellikle erkek çocuklar, kızlar topla oynarken  oyunlarını bozuyor, topu onlardan alıyorlardı. Şikayet etmek yasak olduğu için bana da gelemiyorlardı. Bu sefer de kızlar, erkeklerin kendilerine yaptığını onlara yapmağa, topu almağa başladılar.  Kızlardan topu almak için zor kullanamıyacaklarına ve küfür edemiyeceklerine göre anlaşmaktan, birbirlerinin hakkına saygı göstermekten başka çözüm yolu kalmıyordu. Öyle de yaptılar. Hatta, içlerinden biri karşı tarafa haksızlık yapacak olursa onu dışlıyorlardı. Böylelikle zor kullanmadan küfretmeden kendi aralarında anlaşarak bu sorunun çözümünü buldular. Onlar memnun, ben memnun.

Öğleden sonra yapılan futbol maçlarına okul dışından bazı gençler de katılmağa başladı. Ancak büyük bir sorunumuz vardı. Okulun bahçesi çukurlu, tümsekliydi. Bu nedenle, çukur ve tümseklerde top,  tahmin edilenden daha değişik yönlere gidiyordu. Çukurların doldurulması, tümseklerin kazılarak sahanın düzeltimesi gerekiyordu. Bunun için okul bitiminde bir saat saha düzeltme çalışması yapıyor, kazılan ve doldurulan yerlerdeki yumuşak toprak top oynanırken çiğnenerek sıkıştırılmış oluyordu. 

Oyunun kuralları çok katıydı. Daha doğrusu keyfi, tarafları gözeten kurallarla oyun oynanıyor, kuralsızlıklar kuralı uygulanıyordu. Kim uyguluyordu bu kuralı? Maçı yöneten hakem. Hakem kimdi ? Tabii ki öğretmen, ben yani! Neydi bu kurallar ; iyi oynayanlar ve büyükler hiç bir zaman ayni takımda oynayamaz; oyunculara tekme atanlar, ittirenler, küfredenler, hakeme itiraz edenler derhal oyun dışı edilirler. 

Neden bu kuralsızlık kuralları uygulanıyordu? İyi oynayanlar ve büyükler bir takımda toplanırlarsa, onların devamlı galip gelmeleri karşı tarafın moralini bozacağı ve motivasyonu etkileyeceği için böyle bir uygulama yapılamazdı!  Tekme atmakla karşı taraf oyuncusu yaralanabilir ya da sakatlanabilirdi. Yasak! İttirilerek düşürülen bir oyuncu yaralanabilir, küfüredilirse; çok ayıp,  sportif bir davranış olmadığı için bunlar da yasak ! 

Hiç affı olmayan en katı kural da hakemin verdiği karara itiraz etmekti!!! Ne demiştik?  Tarafları gözetecekti(!). Tarafları gözetmek, skor farkını dengelemekti, bu farkı en aza indirmek demekti. Skor farkı bir tarafın lehineyse ve yükseliyorsa, bunu önlemek için her tür işlemi uygulamakta hakem serbestti! Yani, gol ofsattı, sayılmaz! Kale taşının üstünden geçti, sayılmaz! A-takımı skor farkının sınırını aşmağa başlamış, olmaz!  B-takımı da gol atmalı, bunun için bir neden gerek. Örneğin A-takımının bir oyuncusu, B’nin sahasında topa elle müdahale etti ya da hakem öyle görmek istedi ve gördü. A- takımına penaltı cezası, gol oluncaya kadar şut tekrarı. Hakeme itiraz mı? Allah korusun! Herhalde sen oyundan atılmak istiyorsun ! Karşılaşmalar ya beraberlikle ya da maksimum 1,2 faklı galibiyetlerle bitiriliyordu. Herkes mutlu, herkes memnunhayatından!

Bu kuralsızlıklar kuralıyla yapılan maçlar çok zevkli, çok keyifli geçiyordu. Takımların eşit sayıda oyuncularla sahaya(!)çıkmaları önemli değildi. Bir, iki oyuncu eksik ya da fazla olabilirdi. Kalecilerden başka oyuncuların, oynayacakları yer de belli değildi. Top nereye giderse oyuncular da o tarafa koşuyorlardı. Top, çukur ya da tümseğe çarpıp falso yaparak tahmin edilen tarafa değil de bir başka yöne doğru giderse, o tarafa doğru koşanlar, ya yönlerini değiştiremiyorlar ya da kendilerini frenleyemeyip bir birlerinin üzerine yıkılıyorlardı. Bu da seyircileri çok eğlendiriyordu. 

Maçlar başladıktan bir kaç gün sonra anneler “Ögretmen bir top attın ortaya çocuklar eve gelmez, damları temizlemez, hayvanları suya götürmez oldular” diyerek, alaylı gülümsemelerle şikayetlerini arttırdı. Ben de onlara “ Siz, bütün gün ne yapıyorsunuz ? Çocuklar okuldayken o işleri siz yapın, sonra da gelin maç seyredin” derdim. 

Benim bu sözümü dinlemiş olacaklar ki gün geçtikçe seyirci sayımız arttı. Üstelik büyük bir heyecanla oyunculara tezahürat yapıyor, alkışlıyorlardı. Hele gol atılınca tezahürat bir kat daha artıyordu. Amma golün hangi kaleye atıldığı önemli değildi tezahürat için. Yeterki gol atılmış olsun. Sonraları bunun farkına fardılar, çocukları hangi tarafta oynuyorlarsa o tarafa tezahürat yapmağa başladılar. Tuttukları taraf gol atınca coşkuları bir kat daha artıyordu. Gol yiyen takımın taraftarları da üzülüyor, sessizleşiyordu. 

Gooooooooooool, çığlıkları köyün içinde yankılandıkça yaşlılar telaşlanıp, komşularına merakla ne olduğunu sorarlarmış. Komşuları da  “Öğretmen çocuklara top oynatıyormuş, onlar da gol yapıyormuş” diye açıklama yaparlarmış. Fakat, nedense yaşlılar ögretmen- top- gol yapmak arasında bir bağlantı kuramıyorlarmış. “Biz öğretmeni akıllı biri zannederdik meğer delinin biriymiş” diye yorum yaparlarmış. Ben yaşlıların bu yorumlarını duydukça çok zevk alır, keyiflenirdim. Çok merak eden bazı yaşlılar da gelip maçları seyretmiş. Bir sürü çocuğun bir yuvarlak arkasından bir o yana bir bu yana koşuşturmalarına anlam verememişler. Bu öğretmenin lafına uyup o yuvarlağın arkasından deli gibi koşmanın ne alemi var. Koşmak istiyorsanız, işte yol, bayır koşun koşabildiğiniz kadar” derlermiş. Onlar ne derlerse desinler. Köyde GOOOOOOOOOL çığlıkları yankılandı günlerce...  

Hasip TURAN 


Fotoğraf: Okul bahçesinin Futbol sahası (!!!) haline getirmek için yapılan kazı çalışmaları.


Alduran'ın Sırrı ve Kurnazlığı / Hasip TURAN


ALDURAN’ın  SIRRI ve  KURNAZLIĞI 

Alduran kimdi?

Gerçek adını bilmiyordum, öğrenemedim ve ona köyde adıyla hitap edildiğini de hiç duymadım. O Alduran’dı. Alduran, ikinci eşinden Mehmet, Rıza, Saime ve Hüseyin adlarında dört çocuğu olan dul bir kadın ve benim ev sahibimdi. Güler yüzlü, metanetli, yerine göre espri yapabilen, yapılan espiriyi anlayan, yardım sever, çıkarlarını da koruyabilen özelliklere sahip biriydi. Hem komşum hem de ev sahibim olduğu için kendisi ve çocuklarıyla çok sık görüşürdüm. Hazır sözü açılmışken biraz da çocuklarından bahsedeyim.

Çocuklarının en büyüğü olan Mehmet, yaşına göre uzun boylu, sakin, konuştuğu zaman yavaş yavaş fakat az konuşurdu. Sorulanlara da kısa yanıtlar verirdi.

Rıza, kısa boylu, cin bakışlı, konuşkan, ne demek istenildiğini lafın nereye varacağını hemen kavrayan kıvrak zekalıydı. Saime, üç ve dördüncü sınıfta öğrencimdi. Okulda çalışkan ve dikkatliydi. Ev işlerinde de hamarat ve becerikliydi. Hüseyin’in yaşı çok küçük olduğu için benim maskotumdu. Sabah kahvaltılarımı ve akşam yemeklerimi sık sık onunla beraber yerdim. Bu hem onun, hem de benim pek hoşuma giderdi. Ona şakalar yapar, kızdırmak için takılırdım. Onu çok sevdiğimi bildiği için hiç kızmazdı. Hepsinin de gözlerinin içi gülerdi, bana karşı saygılı,terbiyeli ve çekingendiler. 

Şayet hakkın rahmetine kavuştuysa, ona ve hakkın rahmetine kavuşan tüm karderelilere Allahtan rahmet dilerim, ruhları şadolsun...

Şimdi anımı yazmaya devam edebilirim.

Kollarımda, göğsümde ve sırtımda pençe pençe kırmızı şişlikler oluşmağa ve bu yerler kaşınmaya başladı. Bir hafta on gün kadar çektim bu sıkıntıyı. Kazaya indiğimde doktora gösterdim. “ Bunlar neye alamet, doktor ?“ diye sordum. Doktor  “Hoca, senin karaciğerin bozulmuş” dedi. Ben “ Bırak şimdi dalga geçmeyi de işin aslını söyle! Ben, devamlı içki içen, sağlığına dikkat etmeyen, yaşlı biri değilim ki karaciğerim bozulsun.” dediğimde, Doktor, “ Yalnız içki içenlerin karaciğeri bozulmaz. Karaciğer bozukluğunun, hastalığının çok değişik nedenleri olabilir. Örneğin bunlardan biri de tek tip gıdayla beslenmektir. Senin bünyen buna alışkın olmadığı için karaciğerin isyan etmiş. Merak etme. Sana bir ilaç yazacağım, en kısa zamanda sağlığına kavuşacaksın. Fakat bundan sonrası için yediklerini çeşitlendireceksin. Bunu yapmazsan, tekrarlayabilir” dedi. İlaçlarımı aldım, onun tavsiye ettiklerini aynen uyguladım. Tabii bazı istisnalarla! Dediği gibi kısa zamanda normal halime döndüm.

Köyde et ve sebze olmadığı için ben bu eksikliği gideremiyordum. Ancak, kazaya ve Erzincan’a gittiğimde bir kaç günlüğüne bu besinlerden yararlanabiliyordum. Köydeki bazı kimseler ise et ihtiyaçlarını kestikleri hayvanların etlerini önce güneşte kurutuyorlar sonra kendi usullerine göre bu etleri uzun zaman dayanabilecek şekilde işlemden geçiriyorlar ve kışın yiyorlardı. İşte ben, bu olanaktan mahrumdum.

Peki ne yiyordum ? Yediklerimin başında MİLLİ yemeğimiz olan kuru fasulye geliyordu. Devamı, pirinç pilavı, bulgur pilavı, makarna, patatesti. Yemeğimi de kendim pişirdiğim için bazen, pişirdiklerim yemekten gayri her şeye benziyordu. İşte böyle bir beslenme benim karaciğerimi hasta etmiş!

1963 yılının şubat ayındaki sömestr tatilinde memleketime gittim. Dönüşümde bir büyük kasa konserve sebze getirdim. Hemen hemen konservesi yapılan her sebze türünden getirmiştim.  Bunlarla nasıl yemekler yapılacağını da annemden öğrenmiştim. Yaz tatiline kadar yemek konusunda hiç sıkıntım olmadı.

İşte anımın püf noktası bu konservelerden sonra başlıyordu. Yemek pişirmek için açtığım boş teneke konserve kutularını, odamın karşısındaki bahçeye atıyordum. Bahçe, Alduran'ındı ve  bahçesinde tavukları geziniyordu. Tavuklarını yemlemek için bahçeye girdiğinde boş kutuları görür, bunları toplar, yıkayıp temizler. Sonra bana geldi  "Aboo hoca sen o kutuları niye fıldırıp atıyorsun, bundan sonra atma, boşalanları bana ver” dedi. Ben “Ne yapacaksın sen o boş kutuları ?” dedim. “ Ben onların içine, tarlaya giderken yemek, yoğurt koyarım.” dedi. O konuşmamızdan sonra boşlanan kutuları ve zaman zaman da pişirdiğim sebze yemeklerinden onlara vermeye başladım.

Birgün bir öğrencim geldi “ Öğretmenim, annem senden, Alduran’a verdiğin konserve kutularından istiyor.” dedi. Ben de o anda boşalan kutulardan bir kaç tanesini verdim öğreciye. Bunu duyan Alduran  ertesi gün bana “Aboo hoca, Niye kutuları başkasına dağıtıyorsun? Hani hepsini bana verecektin ya !” dedi. “Ya hu Alduran sana çok verdim, biraz da başkalarına vereyim” dediğimde “ Sen gidince ben bir daha nerede bulurum kutu. Sen, gene de başkalarına verme bana ver.” dedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra bu kez bir anne geldi kutu istedi.  “Ben, ya hu bir kutuyu paylaşamıyorsunuz. Bakıyorum hiç bir değeri olmayan kutular pek kıymetli olmağa başladı aranızda” dediğimde “ He dediğin gibi hoca pek kıymete bindi. Alduran, senden aldığı kutuları, bir kutu dolusu yün verenlere veriyor. Benim, kutu almak için yünüm yokki vereyim” deyince, çok tuhaf oldum, şaşırdım. O anneye de boş kutu verip gönderdim.

Akşama doğru Alduran’a neden böyle yaptığını sordum. Önce kahkahalar attı. “Bak hoca ben sana bu işin doğrusunu söyliyeyim. Kadınlardan, kutu karşılığında topladığım  yünleri biriktiriyorum. Anlaştığım iki üç kadın var. Onlarla birlikte topladığım bu yünleri yıkayacağız, tarayacağız, eğirip ip yapacağız ve boyuyacağız. Zaten bana verdikleri yün de çepel. Benim kendi yünüm de yeterli değil. Biriktirdiğim bu yünler, bu işlemlerden geçtikten sonra bir avuç kalır. Bu iplerle de sana hatıra olarak torba dokuyup, çorap örüp vereceğiz. Sen de bunları alıp memleketine götürdüğünde ömrün oldukça bizi anarsın” dedi. Alduran’ın bu düşüncesi beni pek duygulandırdı. Dediği de gerçekleşti. Bu torbaların ve çorapların oluşmasında katkıda bulunanlardan Allah razı olsun. Şimdiye kadar bu anıyı yaşadım, ömrümün bundan sonrasında da yaşatacağım.

Meğer, Alduran’ın sırrı kurnazlığında gizliymiş.

Hasip TURAN



1962-1964 Kemah Kardere Köyü Öğretmeni Hasip TURAN

47 yıl sonra öğretmenimizle buluştuk !

Sitemiz Kardere.com vasıtasıyla bizlere ulaşan; 1962 - 1964 yılları arasında köyümüzde öğretmenlik yapmış olan Sevgili öğretmenimiz HASİP TURAN, görev yaptığı döneme ait eşsiz anıları ve resimlerini bizimle paylaşarak o yıllara ait hatıraların yeniden canlanmasına ve zor koşullarda yapılan eğitim ve sosyal çalışmaların gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır. Önce köyümüze, şimdi de köyümüz arşivine çok önemli katkılar yapmış olan sevgili öğretmenimize bir kez daha buradan şükranlarımızı sunarız.



Hasip Turan Öğretmenimizin arşivindeki fotoğraflardan oluşturduğumuz video

Dök Hoca Dök ! / Hasip TURAN


DÖK  HOCA  DÖK ! 

Köyün bakkalındaki başlıca tüketim maddelerinden başka günlük temel ihtiyaçlarını karşılayacak pek çeşit yoktu. Örneğin ekmek, yoğurt, süt gibi temel besin maddeleri satılmadığı için benim bu gereksinimlerim hiç bir maddi çıkar gözetmeksizin köylüler tarafından karşılanıyordu. Bunların karşılında ücret ödemek istesem de hiç kimse tarafından kabul edilmiyordu. Çünkü  köy toplumunun yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma gibi güçlü olgusu ve sorumluluk duygusu bu sosyal dayanışmada kişisel maddi çıkarları men ediyordu. Kişisel maddi çıkar için buna teşebbüs edenleri de köylü ayıplıyordu. Köyümüzün bekar ve tek öğretmenini aç bırakacak değiliz düşüncesiyle, beni, özellikle ekmeksiz ve yoğurtsuz bırakmıyorlardı.

Zaten köyde beslenen ineklerin süt verimleri de bazen çok düşük olduğu için bir kaç gün biriktirilen sütle ancak bir bakraç yoğurt yapılabiliyordu. Bana verilen bir bakraç yoğurt benim üç, dört günlük gereksinimi karşılıyordu. Yoğurdum varken fazladan gönderilen yoğurtları da geri çeviriyordum. 

Günde bir iki bakraç yoğurt getirilirken, birden bire yoğurt akışı kesildi. Bir hafta kadar yoğurtsuz kaldım. Önceleri belki ineklerin sütü kesilmiştir, insanlar biriktirdikleri sütlerle yağ çıkartıp kışa hazırlık yapıyorlardır diye yorumladım kendi kendime. Bir gün köy odasında bu gereksinimi dile getirdim. Herhalde köyde yoğurt yapılmıyordur diye serzenişte bulundum. Önce hiç kimseden ses çıkmadı. Bir müddet sonra odada bulunanlardan biri sessizliği bozdu. “ Öğretmen sana gönderilen yoğurtları sen, beğenmeyip geri çevirirsen tabii ki yoğurtsuz kalırsın. İstesen de bundan böyle bu köyde yoğurt bulamazsın.” dedi. Bunun üzerine ben, “Siz, israfın ve müsrifliğin günah, ayıp ve nimete nankörlük olduğunu bilmiyor musunuz ? Benim geri çevirdiğim yoğurtlar beğenmediğimden değil, ihtiyacımdan fazlası olduğu içindi. Beğenmeseydim bunu ilk baştan yapardım. İhtiyacımın fazlasını alıp, onları ekşittikten, bozulduktan sonra dökerek israf etseydim daha mı iyi olurdu ?  Geri çevirdiğim yoğurdu, bana gönderenin çoluğu çocuğu yesin, israf etmektense kendi ihtiyaçlarını karşılasınlar amacıylaydı” dedim.

Benim bu konuşmamdan sonra uğultu halinde herkes birbiriyle konuşmaya, yorum yapmaya başladı. Meğer köylüler, benim, yoğurtları beğenmediğim için geri çevirdiğime hükmetmişler. Yaptığım açıklamayla bunun düşündükleri gibi olmadığını anlayınca rahatladılar. Yine içlerinden biri “ Öğretmen, biz bunu yanlış anlamışız. Bundan sonra seni hiç yoğurtsuz bırakmıyacağız. Kusurumuza bakma ! Ne zaman yoğurdun biterse, çocuklardan birine yoğurdunun bittiğini haber vermen yeterli. O çocuk, sana, mutlaka yoğurt bulup getirecek.”  dedi ve ekledi “ Köylümüz, senden önceki öğretmenlere de yoğurt götürürdü. İhtiyacından fazla olduğu halde alıp bekletilerek ekşiyen ve bozulan yoğurtları o öğretmenler gözümüzün önünde yere dökerlerdi. Biz de onlara “dök hoca dök” bu yoğurtlar yenmez der, bunun israf, müsriflik ve nimete nankörlük olduğunu hiç düşünmezdik. Bugüne kadar bizim davranışımızın yanlış, seninkinin doğru olduğunu şimdi anladık” dedi.

O günden sonra gerçekten yoğurtsuz kalmadım. Böylelikle yıllarca yapılan hatalı uygulamadan da dönülmüş oldu.

Hasip TURAN

10 Ocak 2011 Pazartesi

Akşamları Kitap Okuma / Hasip TURAN


AKŞAMLARI KİTAP OKUMA

İlk okul üçüncü sınıftan beri kitap okumak bir tutku halini almıştı bende. Bu nedenle kitapsız duramıyordum. Her zaman olduğu gibi köyde de mesai saatlerimin dışında ve tatil günlerimde devamlı kitap okuyordum. Benim kitaba düşkünlüğümü Karderelilerin hemen hemen hepsi bilirdi. Bazıları da gecenin çok geç vaktine kadar ne okuduğumu merak eder sorular sorardı bana. Bir akşam köy odasında otururken orada bulunanlara "size kitap okusam dinler misiniz" diye bir soru yönelttim. Hiç tereddüt etmeden “sormana ne gerek var hocam sen okudun da biz dinlemeyiz mi dedik. Bu güne kadar yapmadığın bile büyük eksiklik” dediler. Raflardaki kitaplardan gelişi güzel birini aldım ve yüksek sesle okumaya başladım. Bir iki saat okuduktan sonra, ertesi akşam devam etmek üzere evime gittim. İkinci akşam dinleyici sayısında üç-beş kişilik bir artış gördüm. Bu durum gün geçtikçe okuyucu sayısını arttırdı. Her akşam köy odası tıklım tıklım doluyordu. Bundan hem ben hem de dinleyiciler çok memnunduk. Bu grubun içine çok geçmeden köyün imamı da dahil oldu. Hatta Camiye bitişik olan köy odasında okuma yaparken, imam, akşam ve yatsı ezanlarını aceleyle okur, telaşla namazı kılar/kıldırır (doğrusunu isterseniz tek başına namazı kılar) hemen odaya gelirdi. Bu kadar çabuk kılınılan namaz oradakiler tarafından gülüşmelere ve esprilere konu olurdu. İmam namazdan dönünce tamam öğretmen kaldığımız yerden devam edelim der, ben de kaldığımız yerden okumaya devam ederdim.

Bir zaman sonra okuma şeklimi değiştirdim. Orada bulunanlara bir öneride bulundum. Ben, kesintisiz yirmi/yirmibeş dakika okuyacaktım, on dakikalık bir çay arası verecektim. Yalnız bu on dakika içinde hem herkes çay içecek hem de beş kuruş olan çaya yedi buçuk kuruş ödeyecekti. Beş kuruş köyodasının kasasında kalacak, iki buçuk kuruşlar da biriktirilip, biriken parayla yeni kitaplar alınacaktı. Bu önerim hiç itirazsız oybirliğiyle kabul edildi. Maaşımı almak için Kemah’a indiğimde Erzincan’a gider Milli Eğitim Bakanlığı Kitapevinden öğretmenlere yapılan tenzilatlı satışlardan yararlanarak ve biraz da kendim katkıda bulunarak yeni kitaplarla köye dönerdim. Ayrıca, bu on dakika dinlenme arasında ben,okuduğum sayfaların kısa bir özetini yapardım. Böylelikle okunulan çok daha rahat bir şekilde anlaşılır olurdu. Diğer taraftan metinde geçen bazı sözcüklerin anlamlarını ya dinleyenlere ben, ya da dinleyenler bana soruyordu. Bu sözcüklerin anlamlarını bilenler var mı diye önce, dinleyenlere soruyordum. Bilenler doğru yanıt verirlerse birer tümce içinde kullanmalarını istiyordum. Yanlış bilenler ya da bilmeyenler için doğrusunu ben açıklıyor, bir örnekleme yaparak o sözcüğü bir tümce içinde kullanıyordum. Bu sistem dolaylı olarak oradaki arkadaşların bir dil eğitiminden geçmesine neden oluyor ve sözcük dağarcıklarını zenginleştiriyordu. Meramlarını kısa, özlü ve düzgün bir Türkçeyle  anlatabilme yetenekleri gelişiyordu.

Köy odasının içinde uzun uzun masalar ve bu masaların her iki tarafında oturulacak banklar vardı. Bankların arasında ve sokağa bakan pencerenin önünde de benden önce odaya getirilip konulmuş ağaç fidanları ve çuvallar içinde dikilmek için badem ve cevizler vardı. Bazı fidanların kökleri küflenmeye yaprakları aşırı derecede sararıp kelleşmeye başlamıştı. Çuvalların içindeki badem ve cevizler de gün geçtikçe azalıyordu. Çuvalların üstüne oturan bazı gençler çuvallarda açtıkları deliklerden usul usul ceviz ve bademleri tırtıklayıp ceplerine dolduruyor, dışarıya çıkınca da bunları kırıp yiyiyorlarmış.

Yine böyle bir okuma akşamında arkadaşlara “ Kim bu fidan, ceviz ve bademlerin ekiminde bana yardımcı olursa onlara çay kaynatacağım” dedim. Benim bu önerim önce bir kahkaha tufanıyla karşılandı. “Bu o kadar ucuza olmaz hoca” diye bir espriyle itiraz edenler oldu. Fakat hemen arkasından bazıları benden bir horoz, bir diğeri bir kilo şeker, bir paket çay da benden derken bir liste hazırladım. Çay, şeker, bulgur, un, tavuk, horoz,yağ derken listemiz hayli kabardı. Bunlara ilaveten karıkları açmak için pulluk, saban, kazma, kürek, at ve katırlar...  iş bölümü ve organize yapıldı. Yemekler, çaylar ve un helvası için gerekli araçlar da sağlanmış oldu. Tüm hazırlık ve organize birkaç saat içinde eksiksiz olarak tamamlandı.

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde yetişkinler “GALA” denilen ekim yapılacak yerin yolunu tutmuşlardı. Mesai saati başlayınca ben de tüm öğrencilerimle “GALA”nın yolunu tuttum. Çocukların görevi açılan çukurlara dikilecek badem, ceviz ve fidanları dağıtmak susayanlara su taşımaktı. Bir yandan ocaklar yakılmış, bu ocakların üzerine konulan kazanlardan bazılarında kesilen ve temizlenen tavuklar, horozlar, bazılarında bulgur pilavı ve un helvası pişiriliyordu. Tabii bu arada çayların demlenmesi de ihmal edilmiyordu.

Aşağıda, köyde yaşlılar, hastalar, hamileler ve küçük yaştaki çocuklardan başka hiç kimse kalmamıştı. Yukarıdakiler de büyük bir coşkuyla arı gibi çalışıyorlar, dikim işlerini gerçekleştiriyorlardı. Kısa zamanda ekim işleri tamamlandı kurulan sofralarda gruplar halinde yemekler yenildi, çaylar içildi. Yorgun fakat büyük bir mutlulukla akşama doğru köy yoluna koyulduk. 
Yaşamımın unutulmaz ve en mutlu olaylarından birini işte o gün yaşadım. O gün yaşanan bu mutlu olayın fotoğraflarını yıllar sonra gördüğümde de aynı mutlu duyguları hissettim.

Hasip TURAN

Yeri Dinlemek ! / Hasip TURAN



1962 - 1964 YILLARI ARASINDA KARDERE'DE GÖREV YAPAN
ÖĞRETMEN HASİP TURAN'IN ANILARI


YERİ DİNLEMEK

27 Mayıs 1960'taki Askeri Darbeden sonra çıkarılan bir yasayla, lise ve dengi okullardan mezun olanlar askerlik görevlerini yedek subay öğretmen olarak yapacaklardı. Bu yasaya göre: Ben ve benim gibi olanlar ilkokullarda iki ders yılı öğretmenlik yapacak, ikinci ders yılı bitiminde de üç ay süreyle askeri eğitim görecekti.

Erzincan'ın merkez ve ilçelerine bağlı köylerde askerliğini yedek subay öğretmen olarak yapacak grubumuz, 1962 yılı haziran ayının başından ağustos'un son haftasına kadar, eğitim müfettişlerinin verdiği, pedegojik, didaktik ve idari kurslardan geçti.

Eylül ayının başında da görevlendirildiğimiz yerlere, askeri cemselerle dağıtımımız yapıldı. Benim görev yerim Erzincan ilinin Kemah ilçesine bağlı Kardere (Yukarı İhtik) köyüydü. Dağıtımın yapılacağı gün sabah'ın erken bir saatinde Erzincan Askerlik Şubesinin önünde bekletilen cemselere bindirildik. Ben, Erzincan-Kemah güzergahında dağıtım yapacak cemseye bindirildim. Kemah'a gelinceye kadar görev yerleri yolumuzun üstünde olan tüm arkadaşları bıraktık. Cemse de en sona kalan bendim. İkindi vaktine doğru Refahiye-Kemah karayolunun Karasu üzerindeki köprüden Kemah'a giriş yaparken birine otel sorduk. Onun tarif ettiği şekilde yolumuza devam ettik, dediği oteli bulduk.

Valizimi, çantamı alıp cemse'den indim. Beni getiren askerlerle vedalaştım. Cemse hareket ettikten sonra karşımda; bir iskemleye oturmuş, bir iskemleye ayaklarını uzatmış, üçüncüsünü de sağ koltuğunun altına destek yapmış, sıcaktan bunalmış, çatık kaşlı, asık suratlı, esmer tenli aşina bir yüzle karşılaştım. Bu, beş altı yıl önce Bergama'da Jandarma karakol komutanlığı yapan; eniştemin çok samimi arkadaşı; beni ve ailemi tanıyan Ahmet Başçavuş'tu. Bu, hiç beklenmedik bir rastlantıydı.

Onu görür görmez:

-Merhaba Ahmet Ağabey! Nasılsın? Seninle burada karşılaşacağımı hiç düşünmezdim.

Ahmet Ağabey kaşlarını biraz daha çatıp sert bir ses tonuyla:

- Kimsin sen? Beni nereden tanıyorsun?

Ben, Hasip. Bergamalı. Zabıt katibi Nail Dolgun'un kayınbiraderiyim.

Üç beş saniye düşündükten sonra; çatık kaşların, sert sesin yerini; güler yüz, yumuşak bir ses tonu aldı. Yerinden doğrulup işgal ettiği iskemlelerden birini bana göstererek,

- Gel otur, hoş geldin! Vallahi sen, beni tanımasaydın, ben seni tanıyamazdım. Ne işin var buralarda?

- Ben de senin gibi görev gereği buradayım, dedim, olayı kısaca özetledim.

- Konuşma devam ederken, arkamdan birine eliyle "gel" işareti yaptı.

Yanımıza gelen, elli yaşlarındaki bu adama:

... Efendi bize iki çay getir. Haa! Bak bu delikanlı sizin köyün yeni öğretmeni.

Kahveci ... Efendi, beni şöyle bir süzdü. Yorgun bir sesle, kısaca "Hoş Geldin" dedi. Ismarlanan çayları getirmek içim yanımızdan ayrılırken başını sallayarak iki basamaklı kahvenin kapısından içeriye girdi.

Az önce sıcaktan mayışmış, asık suratlı karakol komutanının, öğretmeniniz dediği delikanlıyla hemen senli benli, neşeli sohbeti bu kahveci amcanın tuhafına gitmiş, onu şaşırtmıştı.

Kahveci amca çaylarımızı getirdiğinde Ahmet Ağabey:

- ... Efendi ben buraya tayin edilmeden önce Bergama'da görevliydim. Bu delikanlının ailesini tanırım. Eniştesi benim çok samimi arkadaşımdı. Yıllar sonra, bu delikanlıyla burada karşılaşmak varmış kaderimizde.

Bu açıklama kahveci amcanın merakını gidermeğe, yüzünü güldürmeğe yetmişti.

Çaylarımızı içtikten sonra Ahmet Ağabey:

- Gel, seni ihtiyaçlarını karşılayabileceğin alış veriş yapabileceğin bazı esnaflarla tanıştırayım, dedi. Kalktık.

Önce; yemek yiyebileceğim lokantacıyla sonra diğer esnaflarla tanıştırdı. Kemah'a gelişimin ilk gününde ve saatinde beklenmedik bu karşılama benim için iyi bir başlangıç oldu.

Kardereli kahveci amca iki katlı bu binanın zeminini kahvehane, arka tarafını köylerden gelenlerin hayvanlarını barındırdığı ahır, üst katını da otel, olarak işletiyormuş. (tabii bunu daha sonra öğrendim.) O akşam için üst kattaki iki tek yataklı ve balkonlu odayı bana ayırmış bu amca. Akşama doğru köyden yeni gelmiş Milimci lakabıyla tanınan Mustafa'yla tanıştım. Onunla bu odayı paylaşacaktım.

Milimci Mustafa'yla gecenin çok geç vaktine kadar sohbet ettik. Her ikimiz de yol yorgunuyduk, üstelik her ikimizin de uykusunun geldiği sık sık esnememizden belli oluyordu. Fakat, ikimiz de birbirimize yatıp uyumayı teklif edemiyorduk. Ben ayıp olmasın, o da öğretmene karşı saygısızlık olmasın diye yataklarımıza giremiyorduk. Bu arada Mustafa "Yeri dinleyek mi, öğretmen?" tümcesini sık sık tekrarlamağa başladı. Ben, bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmediğim için "Ne gerek var. Bak ne güzel sohbet ediyoruz. Sen, bana köyünüzü anlatmağa devam et, diyordum."  Ona bunu söylerken, içimden de "Yatsak ne iyi olur" diye geçiriyordum. Bir müddet sonra Mustafa dayanamadı. "Kusura bakma öğretmen, ben yeri dinleyeceğim" dedi ve yatağa girdi. Önce şaşkınlık geçirdim. Yeri dinlemenin yatmak anlamında kullanıldığını anladığımda vakit kaybetmeden ben de hemen yatağıma girdim!

Bütün gece deliksiz bir uykudan sonra sabahın erken saatinde dinlenmiş olarak uyandık.

Kemah'ta bir iki gün kaldıktan sonra köye gittim.

Köyde göreve başladıktan bir müddet sonra bakkal Aziz'den "BILDIR-geçen yıl" "LÖVLEZ-kuru fasulye" ve "AKBUN-hayvan tersi/gübre" gibi pek çok yerel sözcükleri ve bunların günümüz Türkçesindeki karşılıklarını öğrendim.

Hasip TURAN

Not: Fotoğrafta 1962 yılı Kemah'ı gözükmektedir.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...