19 Şubat 2012 Pazar

Kanadalı Diplomat Elizabeth MacCallum


...

Topraksu, 1964


KANADALI BİR MİSAFİRİMİZ TÜRK TOPRAĞINI ISLAH EDEN KÖYLÜLERE MANEVİ ŞEKİLDE YARDIM VERİYOR

Topraksu
’yu ziyaret edenlerin ekseriyeti, danışma için uğrayan memur, mühendis ve teknisyen arkadaşlarımız, malumat ve yardım arayan çiftçiler ve yurdumuzda ziraatın gelişmesi için her türlü meslek ve sanat’ta çalışan vatandaşlarımızdırlar. Bunları her zaman bekleriz.

Bazen de beklemediğimiz bir misafir kapımızı çalar. Örneğin Miss Elizabeth MacCallum, Kanada’nın emekli ilk hanım diplomatı, ki Şubat’ın parçalı bulutlu yer yer yağışlı bir gününde makamımıza gelip küçük barajlara dair neşriyat aradığını söyledi. Saçları bembeyaz ve küçük bentlerin yapılışını tecessüs eden emekli hanım diplomatlarını makamımızda az görmüşüzdür. Misafirimizi soruşturmaya çektik. Soğuk bir günde neden neşriyat arıyordu? AID gibi hangi yabancı teşkilat veya hangi mezhebin sayesinde çalışıyordu? Arkadaşları kim? Gayesi ne? Ziraat tahsilini nerede yaptı?
Misafirimiz, hemen hemen mülakattan kaçamıyacağını anlayıp, gülümseyerek tahminlerimizi birer birer tashih etti.
 
 

Ziraatta beş altı senelik tecrübem var ise dedi, zirai tahsilim maalesef hiç yok. Kanada da Üniversite mezunu olduktan sonra New York’un Columbia Üniversitesinde ziraat değil siyasi bilgi ve Avrupa tarihini iki sene daha okudum. Her hangi bir yabancı teşkilatın temsilcisi değilim. Mezhep sayesinde çalışanlardan da değilim. Columbia Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra Amerika’nın tanınmış Dış Siyaset Cemiyetin İdare heyeti ve üyeleri için yakın ve ortadoğu meseleleri inceledim ve mebus, profesör, gazete ve dergi müdürlerinin bu mevzularda kullandıkları Dış Siyaset Raporları yazdım. Birkaç sene böyle geçti, sonra koskoca şehrin gürültüsünden rahatsız olup, şifa buluncaya kadar Kanada da sekizbuçuk dönümlük bir arazide kendi ellerimle sebze ve meyve yetiştirdim, mecmualar için yakın ve ortadoğu hakkında makaleler yazdım. Nihayet başkentimiz Ottowa’ya taşındım. Dışişleri Bakanlığımızda çalışmaya başladım. San Francisco Konferansında ve zaman zaman Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Kanada’lı delegasyonun bir müşaviriydim. 1954 -56 yıllarında Lübnan’da Kanada’nın ilk hanım maslahatgüzar sıfatıyla çalıştım, sonra Ottowa’ya döndüm. Bizde diplomatları ekseriyeti altmışbeş yaşlarına kavuştukları gününde emekliye ayrılırlar.

Ben ise, o günün arifesinde yüzümü Türkiye’ye çevirerek vapura bindim geldim.
Gayemi sordunuz. Sizinkine benziyor galiba. Karınca kaderince Türkiye’nin toprağını korumak ve toprağa bağlı olan insanların hayatlarını kıymetlendirmek - işte, böyle bir şey. Sebebini arıyorsanız, bunun ifadesi kolay. Babam bir müddet Maraş’ta öğretmenlik yapıyordu, ben de Maraş’ta dünyaya geldim. Çocukluğumu Türkiye’nin çok sevdiğim dağlarında, ovalarında geçirdim. Beni besleyen toprak Türk toprağı idi. Yıllar boyunca ebeveynim ağabeyim ve ailesiyle İstanbul’da oturdular. Şöyle ki Kanada da kendi vazifemi görürken bile Türkiye’nin hasretini daima çekerdim. Artık Türkiye’de kimsem kalmadiyse, yine de hayatımın bu kısmını başka bir memlekette geçirmek istemiyorum. Asıl eş dostlarımı Türkiye’nin toprağına bağlı olanlar ve bu memleketin ormanlarını koruyan ve genişleten insanların arasında buluyorum.

Türkçeyi okumak üzere 1960 yılında İstanbul’da otururken köylülerin şehre nasıl akın ettiklerinin farkındaydım. Sebeb aramak lazım değildi. Toprak her gün karış karış değil, dönüm dönüm, ton ton denize akarken, ilk felaketzedeler köylü olacak tabii. Bire iki, bire bir veren tarlaların sahipleri elbette yorganlarını sarıp şehre geleceklerdir. Aksi takdirde çocukları köyde aç kalacak. Ama toprağın aşınıp taşınması ve köylülerin şehirlere akın etmeleri bu hızla devam ederse, sonuç herkesin bildiği fecaattan başka şey olamayacağını hüzünle çok düşünürdüm. Hayatlarını ağaçlandırmaya feda eden Türk ormancılar, bu memleketin toprağının ıslahını sağlayan ziraatçılar ve yenilmeğe razı olmayan köylülere katılmak istedim. Ama nasıl? Nerede? Ne tarzda?

Bir gün, Türkçeyi az buçuk konuşabildiğim zaman, Ankara’ya geldim. Orman Umum Müdürlüğünde ağaçlandırma şube müdürü bana Kemah’a bağlı bir köyün durumunu anlattı. Bu 80 haneli Kardere Köyü idi, ki erozyonun neticeleriyle baş başa kaldığı zaman yenilmeğe razı olmadı. Teşkilatlandı, köyün dağılmasına karşı çıktı. Köylüler halen orman dikmek istiyorlardı. Kimi köyde, kimi İstanbul’da. Böylece İstanbul’a dönüşümde köylülerin bazısıyla görüşmem mümkün olurdu. Duyduğumu beğendiysem, köye de gitmem münasip sayılırdı. Dedi.



İstanbul’da Kardere’lilerle görüştükten sonra, ilk defa olarak köylülerin şehirlere akın etmeleri, Türk toplumun başlıca problemin çözümü için bir vasıta olabildiğini hayretle kavradım. 1951 yılında kurulan Kardere Köyünü Kalkındırma Derneği ilkin yalnız köyde oturanlardan müteşekkil idiyse, şimdi dernek merkezi İstanbul’da, şube köyde; dernek başkanı İstanbul’da, şube başkanı köyde; idare heyeti İstanbul’da, üyelerin yarısı İstanbul’da dernek programının tatbikinde önemli yardım verebilen köy muhtarı ve ihtiyar heyeti ise köyde tabii. Teşkilatın böyle ikiye bölünmesi nazariyet itibariyle her ne kadar müessif ise, icraatta iyi netice verebilir. Herkes köyde otursaydı - ve şimdiki vaziyette bunun imkanı yok, programlarında noksanlık bulunsaydı bile herhalde ellerinden geldiği kadar yaparlardı. Üyelerin hepsi bir arada İstanbul’da çalışmak zorunda olsaydılar – ki Allah göstermesin - köye dönmek arzusunda olup herhalde köyün gelişmesi için az olsa bile birkaç çare bulurlardı. Ama iki ayakta yürüyen dernek çok daha çabuk ilerleyebilir. Şehirde çalışanlar bilirkişilerle görüşebilirler, köye yeni fikirler nakledebilirler ve zaman zaman bağış sağlamak durumundadırlar. Kendi payını da verirler. Her programda her üyenin manevi ve maddi payı var zaten. Programlar hazırlanırken, demokratik kaidelere dayanarak, başkan ve idare heyeti ve üyeler - hem şehir de hem de köyde - birbirleriyle mümkün olduğu kadar buluşuyorlar; herkes düşündüğünü söyleyebilir.
 
Köydeki üyeler nakdi ve ayni yardım vermektedirler ve lüzumlu olan beden işinin hepsini bedava yaparlar. Bu arada programın tatbiki için fazla sermaye tedarik etmek lazım olduğu zamanlarda, şehirdeki üyeler davranıp bir eğlence akşamı tertip ederler veya başka bir suretle parayı biriktirirler. Nitekim şehirdeki merkez teşkilat ve köydeki şube birbirini destekleyip tamamlıyorlar. Ne yazık ki şehirlere akın eden köylülerin ekseriyeti için böyle teselli ve cesaret verici teşkilatlar henüz mevcut değillerdirler. Bu teşkilatların faydaları çok - fertler için ümit ve bir gaye, köyler için yeni bir hayat, şehirler için kurtuluş, millet için yeni kuvvet. 
Kardere Köyünü Kalkındırma Derneği şimdiye kadar ne yapmıştır?

İlkin köy için bol bol içme suyu sağlayıp güzel büyük bir çeşme yaptılar. Sonra sulama suyu için küçük bir gölcükten köyün öte yanına kadar bir beton ark. Dernek odasında soba, masa, sıra, sandalye, lüks lambası ve raf koydular ve raflarda dörtyüzelli kadar kitap ve mecmua. Bir de pilli radyo. Kış günlerinde köylüler kütüphanede sıcak çaylarını içip bol bol kitap okurlar, radyoyu dinlerler, kervan geçmez bir muhitte milli ve beynelminel meseleleri müzakere ederler ve yaz için programlarını tertip ederler.
 
 
Köyde cami var, imam var, kahvehane yok. Ebe var, eczacı yok. Çatısı kiremitle döşenmiş bir okul var. Okulda yedek subay öğretmeni tek başına beş sınıfta 64 çocuğa ders veriyor. Defter, kalem, silgi dernek tarafından veriliyor. Dernek de okul civarında İstanbul orman fidanlığı tarafından bağışlanmış olan bin kadar fidan dikti, şimdi büyüyorlar; hem okulun hem de köye gelen yolun süsü olacaklar. Köyde halen 400 meyve ağacı var - kayısı, erik, dut, elma, armut, bir de ceviz. Dernek bunlara bu sene 300 kadar kayısı ağacı katmak istiyor. Köy güzeldir; hava, manzara fevkale dirler; ama kışın orada bulunan 400 kişinin arasında yaşları 15 den büyük olan yalnız 50 erkek var. Köy evlerinde yaşları 7 den küçük olan 120 çocuk yemeklerini bekliyorlar.
Asıl dava, toprağın şimdiki verimsizliği, sulama suyun yetersizliği, nakil vasıtaların hayvan olması ve hastalar için tıbbi yardımın mevcut olmamasıdır.Bu son meselede, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından ilan edilen yeni program, Kardere ve etrafındaki köylerin hepsine teselli ve ümit getiren bir haber idi. Bu sene Kardere Köyünde on yataklık bir sağlık ocağı imece ile yapılacak. Araziyi köy ve köylüler bedava verdiler. Dernek ise sağlık ocağının etrafında çam fidanları dikecek. 1965 de, Sağlık Ocağı faaliyete geçince, ilk defa olarak doktor, hemşire, ebe ve sağlık memurundan müteşekkil bir sağlık heyeti Kardere’de oturarak jeep’le civar köyleri mütemadiyen dolaşabilecektir.
Kemah’tan yeni yapılan jeep ve kamyon yolu yavaş yavaş ilerliyor ve köylüler sevinçle büyük buldozere yardımlarını bağışlamaya hazırlanıyorlar. İnşallah, bu sene diyorlar, inşallah bu sene yol kapılarımıza gelecek. Şimdiye kadar ekin ve başka herhangi bir yük yalnız beygir, katır veya merkep sırtında taşınmaktadır. Ekinleri de taşımak için, dar ve dik patikaları kullanarak, günde iki sefer şoseye inilip gelinir. Oduna çıkacak olurlarsalar, köylüler baltalığa 12 saatte yalnız bir defa gidip dönebilirler. Geçen sene baltalığa giden yolunu yer yer ıslah ettiyseler, yine de hayvanlar ve insanlar için zor, yorucu ve tehlikelidir.
1964 yılında köylüler yalnız yol ve sağlık ocağın yapılmasıyla yetinmeyecekler. Kereste bulup yeni bir kütüphane ve ikinci katta bir oda yapma niyetindedirler. İlle de tarlaları için kafi miktarda sulama suyu sağlamak istiyorlar. Sonbaharda saban sürmeden evvel tarlaların sert topraklarını su ile yumuşatmak üzere beton arkta sulama suyunu akıttırıyorlar ama günde üç dönümden fazla sulatamıyorlar. Gölcükteki su tükeniyor. Ertesi güne kadar beklemek zorundadırlar ve ertesi gün tekrar yalnız üç dönüme su verebilirler. Köy civarlarında 1500 dönüm kadar tarla varmış.
Ocak ayında dernek üyeleri kati karar verdiler: Bu sene derede baraj yapılacaktır. Herkes şimdi bent yapımını okuyor, sel yataklarının onarımını da. Masraflarını hesaplaşıyorlar, lazım olan sermayeyi nasıl temin edeceklerini düşünüyorlar. İlkbaharda Topraksu’yun yardımıyla faaliyete geçecekler. Değirmen ve köyün elektriklendirilmesi halen mevzubahis değil. Bunlar başka zamana bırakılıyor. Şimdiki dava mahsulün arttırılmasıdır.
Maziye bakabilenler, köyün ardındaki tepede büyük bir çam ormanı görebilirler. Dördüncü Murad’ın vaktinde orada idi ve birinci Abdülhamid’in bile. Ama gittikçe ağaçlar azalıyor, altlarındaki güzel kuvvetli toprak aşağıdaki tarla sahasına kayıyor, uzun yıllarca bu saha çok verimli oluyor. Sonra yukarıdan kayan ve tarla sahasını kaplayan toprak değişiklik oluyor, hiç de verimli değil artık. Taşlar da inmeye başlıyor… Nitekim bizim zamanımızda harmanda tarlaların bazısında bire sekiz alınıyor, bazısında bire dört, bazısında yalnız bire iki. Harmandan sonra kadınlar tarlalara su verirken, küreklerin şakır şakır taşlara çarpması, su tükeninceye kadar ta uzaktan duyulur.
İstanbul’da derneğin genç başkanı - ki 1959 da bu vazifeyi kabul etti - komşu köyden gelen iki genç ormancı dostlarıyla sık sık buluşurdu. Tarlalarınızın daha verimli olmalarını isterseniz, dediler, selleri ve taşların yukarıdan tarlalarınıza kaymalarını önlemek isterseniz, odun, kereste isterseniz, havada, toprakta mütemadiyen nemli isterseniz, tepede ağaç dikin dediler.

1960 yılında dernek tepedeki geniş sahayı ağaçlandırmaya karar verdi. Muhtar ve köy ihtiyar heyeti bu sahayı yasak bölge yaptılar. Hayvan, sürü giremez, keven otu kazılmaz. Ve müstakbel ormanın şerefine köylüler 750 keçilerini kaldırdılar.
Eylül 1962 de Kemah Kaymakamı ve Jandarma Kumandanı ve Orman Bölge Şefiyle beraber Kardere köyüne çıktığımda, köylüler ormanları için henüz fidan alamamışlardı. Benim Erzurum’a iki maksatla gitmemi arzuladılar. İlk istekleri bir orman yüksek mühendisinin köye gelmesiydi. Orman için ayrılan sahadaki toprağı görsün dediler. Müsait olan ağaçların nevilerini söylesin; ve toprağı ne tarzda hazırlayacağımızı göstersin dediler. Ayrıca fidanların sağlanmasını istediler.
 


 
Erzurum’da ormanlık fidanlık müdürüyle birkaç gün sonra görüşebildim. Elemanın az olduğunu anladım ama fidanlık müdürü - ki iki vilayette her yerde çok aranıyordu - Kardere’lilerin hikayesini duyar duymaz kendisinin şahsen köye gitmek istediğini söyledi. Yanına bir arkadaş alıp gitti, köylülere toprağı nasıl hazırlayacaklarını yaptırarak gösterdi ve köy muhtarına, Erzurum’da fidanlarla nasıl muamele ettiklerini görsün diye, fidanlıkta birkaç gün geçirmesini teklif etti. Muhtar ve arkadaşı, Erzurum’dan dönüşlerinde 13.500 fidan ve 140 kilo badem beraberinde getirdiler.



 





















 
 
Geçen sene de Erzurum fidanlığın tarafından tekrar fidan ve tohum verildi. Köydekiler, erkek, kadın, çocuk hepsi yemeklerini yasak bölgeye götürüp fidanları diktiler, badem, palamudları ektiler. Kıvançla bakınıp şimdi yer yer teraslaşmış 38 dönümlük bir sahada yüzbin kadar küçük ağaç görüyorlar. Ekseriyeti badem ki kurak yerlerde ve kayalıklarda çabuk biter; kökleri toprağı ve taşları iyi tutar; çiçekleri açılınca köyde bal ihtihsalı yeni bir gelir kaynağı olacak; ayrıca köylüler badem mahsulünü dört gözle bekliyorlar. Bademden başka, 25.000 - 30.000 huş, çam, meşe, iğde, karaağaç, akasya ve dağ akçaağacı var, ki ormanın başlangıcı sayılır. Gittikçe orman genişletilecek. Bir kaç senede bütün tepe yeşilliğe bürünmüş olacak.

Bu arada tarlalar için suni gübre alınıp alınmayacağını bilmiyorum. Şimdiki vaziyette köylüler on dönüm için ortalama bir ton gübre verebiliyorlar. Bu az dır. Yol gelsin, sonra bu meselenin halledilmesi için herhalde çare bulurlar. Başta gelen mesele 1964 programının tatbikidir. Bunda, hükümetin yardımıyla muvaffak olurlarsa, artık İstanbul da oturanların çoğu kendi ev barkına dönebileceklerdir. Köy kalkındırmanın imkanlarının güzel bir misalini getirerek, temiz havada çok özledikleri hayata kavuşacaklardır.

Ve misafirimiz, bentler hakkındaki istediği broşürleri alıp aramızdan ayrıldı.


Kaynak : Kemah Kardere Köyü Dernek Arşivi,
Yayına Hazırlayan : Abdullah Bozdemir (Kardere.com), 22.3.2011

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...